Afganistan’a gitmek üzere hazırlanırken bölgeden patlama haberleri geliyor. Ülkede sadece son bir yılda bombalı saldırılarda ölenlerin sayısı 500’den fazla. Bu garip ülkede, 2001 yılından beri 31.000’den fazla sivil öldü, 2 milyondan fazla çocuk yetim kaldı.
Tüm bu kargaşanın içerisinde Afganistan’a doğru yola çıkıyoruz. Sabah gözümü Mezar-ı Şerif’te açıyorum. Hindikuş dağlarının eteklerinde kış çetin geçer, bu yüzden insanlara yakacak ulaştırmamız gerekiyor. Samangan şehrine geldiğimizde çalışan çocuklar dikkatimi çekiyor. Bir çoğunun okula devam etme imkanı yok. Ailelerine destek olmak için çalışıyorlar. Dağıtım yapılacak köye vardığımızda benzer bir durumla karşılaşıyoruz: Gelenlerin çoğu çocuk. Başta anlam veremiyorum, çuvallar dolusu yakacağı nasıl taşıyacaklar, diye. Yardımları dağıtıyoruz, payını alanlar köşelerde beklemeye başlıyor. Kimi babasını, kimi yetim olduğu için akrabasını… Bu bekleyiş sırasında Rahim ile tanışıyoruz. Evdeki 4 küçük kardeşi ısınmak için onu bekliyor. Babası yok, yardım için amcasını bekliyor. Odunları eve taşıyabildiğinde kardeşleri bir nebze de olsa daha mutlu bir kış geçirebilecek.
Şehirde gezerken her yerde limon, havuç, elma, domates, yeşillikler görüyorum. Sorduğumda hepsinin burada yetiştiğini söylüyorlar. Şaşırıyorum. Çünkü gelmeden önce okuduklarım, ülkede ciddi oranda gıda yardımına ihtiyaç olduğundan bahsediyordu. Aslında yaşanan durumun bir kıtlık değil insan yapımı bir kriz olduğunu daha iyi anlıyorum. Savaş ve istikrasızlık insanların üretim yapmasını, yaşamlarını sürdürmelerini engelliyor.
Güvenlik sorunları sebebiyle hava kararmadan otele dönmemiz gerekiyor. Ertesi sabah erkenden yola çıkıp mülteci kamplarına yardım ulaştıracağız. Hâlâ devam eden çatışmalar ve saldırılar sebebiyle daha güvenli olan Şibirgan şehri yakınlarına göç eden mülteciler kışı burada geçirmeye çalışıyor.
Sabah erkenden yola çıkıp Türkiye’den gönderilen yardımlarla alınan yakacakların olduğu konvoya yetişiyoruz. Gönderilen yardımlar 300 ailenin bu kışı daha sıcak geçirmesine vesile olacak. Kampa girer girmez bir baba ve peşi sıra dizilmiş iki kız çocuğu dikkatimi çekiyor. Oturdukları yerden etrafta olan biteni izliyorlar. Baba çadır kurmak yerine genişçe bir çukur kazmış ve üzerini branda ile kapatarak toprağın altında bir yuva kurmaya çalışmış. Bir babanın geceleri dondurucu soğuktan çocuklarını korumak için nasıl uğraştığını ve çaresizliğini görüyorum. Çadırlar arasında dolaşmaya başlıyorum. Gecenin soğuğundan sonra güneşi gören çocuklar kampta gülüşerek oynuyorlar.
Türkiye’ye döndüğümde aklımda toprak altındaki bir baba, çıplak ayaklı çocuklar ve gülüşleri kalıyor.