Ayaklarım yanıyor. Güneş tam üstte. Telefonumdaki uygulama sıcaklığın kırk derece olduğunu söylüyor ama sırtımdan akan terler hiç de öyle düşünmüyor. Ayakkabılarım çöl toprağıyla aynı renge bürünmüş. Üstüne üstlük sırtımda da ağırca bir çanta. Köyden yürüyüşe çıkmadan önce ben de onlarla birlikte yürümek istiyorum dediğimi hatırlıyorum.
Yalnız değilim. Kimisi hamile kimisi yaşlı kadınlarla birlikte çocukların sesi, eşeklerin ayak seslerine karışıyor. Kafileye büyükçe bir toz bulutu eşlik ediyor. Küçüklü büyüklü herkesin sırtında birer ikişer bidon var. Yolculuk suya. İçlerinden birine “köyde o kadar erkek varken ve üstelik mescidin önünde oturuyorlarken suya neden kadınlar gidiyor” diye soruyorum. “Su kadının işi” diyor, “bizde erkekler yiyecekten sorumlu. Onlar bir yolunu bulup eve yiyecek getirir.”
Daha iki gün önce Türkiye’de yollar karla kaplıyken şimdi Çad’da çöl kumları üzerinde yürümeye çalışıyorum. İHH’nın daha önce açtığı su kuyularını denetlemek, yenileri içinse ihtiyaç duyulan yerleri belirlemek için ekip arkadaşlarımla ve Çadlı rehberimiz Ahmet abi ile köy köy dolaşıyoruz. Kolay değil, yanımdaki GPS cihazına göre yaklaşık 5 kilometre yol yürümüşüm. Hem de bu sıcakta. Hadi ben misafir olarak gelmiş, ev sahiplerinin bir gününe şahitlik etmişim. Ya onlar? Her gün bu yolu gelip gidiyorlar. Gelip su aldıkları yer bir göl. Yağmur mevsiminde dolan sonra yılın kalan günlerinde gittikçe boşalan, ilk gördüğümde gözlerimin fal taşı gibi açılmasına sebep olan bir göl. Çünkü su siyah. Ahmet abi diyorum bu nasıl iş? Afallamışım, ağzımdan “gerçekten bu suyu mu içiyorlar” cümlesi fırlayıveriyor. “Evet” diyor, “köylerdeki evlerde bezden süzgeçler var. Götürdükleri bu suyu ilk gün bekletirler ki kirler çöksün. Sonraki gün o bezle süzüp öyle kullanırlar. Artık çöktüğü kadar. Kirlidir hala ama başka da çareleri yok.”
KURAKLIK yazıp 3072'ye göndererek 5 ₺ bağışta bulunabilir, susuzluğa çare olabilirsiniz.
Ahmet abi süzüp öyle kullanıyorlar diyor ama kadınlar suyun içine girip bidonlarını doldurmadan önce avuçlarıyla bir güzel sudan içiyor. Sonra bidonlar doluyor. Eşeklere yüklenecekler yükleniyor, fırsattan istifade çocuklar soyundurulup yıkanıyor. Çocukların karınlarının neden şiş olduğunu burada anlıyorum. Çoğu, muhtemelen kirli sudan kaynaklanan bir bağırsak hastalığı olan malaryaya yakalanmış. Ardından işi biten herkes -çocuklar dahil- birer birer namaza duruyor. Eller açıldığında ne için dua ettiklerini tahmin etmek kolay da hikmetli büyüklerin “varlığında ucuz yokluğunda aziz” dediği suyun kıymetini bilmek zor.
“Bu memlekette gözünü kapat, istediğin yere kuyu vur su çıkar. Burada mesele suyu çıkarmakta.” Ahmet abinin bu sözünde çok şey gizli. Çöl ikliminin hakim olduğu yerlerde bile suyun çıkabilmesi mi dersiniz, halkın imkansızlık içinde yaşaması mı, devletin acizliği ve hala Fransızların Çad’ı sömürmesi mi? Hepsi bu cümlede saklı. Afrika’nın ortasında olmasından dolayı Fransızlar burayı üs olarak kullanıyor. Ülkeyi yönetenler de sömürgeye güdümlü olarak ayakta durabiliyor. Halkı düşünmeye çalışanların ömrü de tahmin edilebildiği gibi kısa. Başka bir köye doğru yol alırken ülkede musluk nerelerde vardır diye soruyorum. “Otellerde, devlet dairelerinde ve zenginlerin evinde. Onun haricinde bulunmaz” cevabını alıyorum Ahmet abiden.
Şehirler arasındaki kontrol noktalarından geçerken Ahmet abiye “kamer-i devlet” sıfatıyla selam verdiklerini ve sorgu sual olmadan geçtiğimizi farkediyorum. “Bana burada kamer-i devlet diyorlar. Yani devletin ayı, ay gibi parlayanı demek. Bizim burada iki şeye büyük saygı duyarlar. Biri devlet, diğeri de su. Türkiye’de okulumu bitirip döndükten sonra kendi memleketimde su kuyuları açmak nasip oldu. İHH ile birlikte binden fazla kuyu açtık. İster istemez insanlar tanımaya başladı. Her gittiğim yerde devlet gibi karşılanır oldum.” Akıcı Türkçesiyle hikayesini anlatırken “termosuna bile adımı koyanlar var” deyince sözünü kestim. Direksiyon başında olmasa gülmekten sarılacak durumdayım. “Yaşlıca bir amcaya köyüne su getirmek konusunda söz vermiştim. Buraya devlet su getiremiyor sen nasıl getireceksin dediğini dün gibi hatırlıyorum. Nasip olup kuyu açmaya gidince amca çok şaşırdı ve keyiflendi. Kuyu açıldıktan sonra ziyaretine gittiğimde beni yanına oturttu. Bizim burada kendi çocuğuna birinin ismini verirsen onu çok seviyorsundur. Ahmet dedi, ‘benim çocuğum olmadı. Ama en çok sevdiğim şey termosum. Buna artık Ahmet diyorum. Çay istediğim zaman bana Ahmet’imi getirin diyorum’ dedi. Bir termosa adımın verildiğini orada öğrendim.”
Suya olan ihtiyacın büyüklüğünü Ahmet abiye gösterilen saygıyla daha net görebiliyorum. Kuyu açılması için gittiğimiz onlarca köydeki neredeyse herkesten aynı şeyi duyuyorum: “Bize bir gün iki gün yiyecek getirirsiniz, sonra biter. Yiyecek olmasa da olur ama susuz olmuyor. Muradımız su.”
Burada su her şey demek. Sadece içmek ve kullanmak için de değil. Hayvanların, tarlaların, çamurdan yapmaya çalıştıkları evlerin ihtiyacı da su. Açılan kuyular birer merkez olmuş. Her birinden binlerce kişi faydalandığı gibi hayvanların ve yolcuların da uğrak yeri olmuş. Yolcu duruyor, bineğini suluyor, abdestini alıp kuyunun yanında namazını kılıyor, yapana da yaptırana da dua edip yoluna devam ediyor. Açılan kuyular vesilesiyle barışan köylerin olduğunu duyuyorum. Bizzat kendisinin birkaç köyü barıştırdığını anlatıyor Ahmet abi. İki köyün tam ortasına kuyu açtırmak karşılığında barışmalarının sözünü almış ve barışmışlar. Su kuyusu Çad için temizlik, kolaylık ve bereket demek.
Çad’da kaldığım dokuz günün sonunda elektriksiz köylerin küçük mescitlerinde yatsı namazı sonrası kurulan zikir halkalarını, yol kenarlarında akşam vakti ateş etrafında Kur’an okuyan çocukları, gölden su alan kadınları, çölü, yıldızlı gökyüzünü düşünüyorum. Bir de evimde iki adım ötedeki musluğu açtığımda zahmetsizce gelen suyu.