Büyük bir binanın en alt katında soğuk bir salon coşkulu bir karşılamaya hazırlanmışçasına süslenmiş. Masaların üzerindeki balonlar, masalardaki yemek kaplarına bağlanmış havada asılı duruyor. Her balonun üzerinde bir rakam var ve hangi aile hangi masaya oturacağını biliyor. Düzene sokulmuş, kadınlı çocuklu aileler sandalyelerinde büyük bir anın gelişini gözler gibi bekleşiyor sessizce. Bekleyiş… Fıtratlarındaki heyecan ve coşku ile çocuklar oradan oraya söz yetiştirip gülerken kadınların mahzun duruşları ve kimi zaman çocuklarını sakinleştirici hamleleri hemen dikkat çekiyor.
Bu halleri, gözlerinin içine saklanmış utangaçlıklarını gizleyemiyor. Çoğu örtülü, bir kısmı açık kadınların yerlerinden hiç kalkmaksızın sanki bir yerlerden emir almışçasına sakin oturuşları çırpınmanın boşluğunu, acizliğin hükmünü uzun yaşamları boyunca tecrübe etmiş insanlara has davranışları çağrıştırıyor. Bütün bir direniş gücü tükenmiş, isyandan itaate razı olmuş bir topluluk gibiler...
Sıklıkla başörtülü kadınların olduğu bir bölümde yaşı elliyi geçmiş açık bir kadının karşısında kıvırcık saçlı küçük bir kız çocuğu oturmakta, sessizce annesine bakıyor. Hemen salonun girişinde, bütün imkânsızlıklarına rağmen siyah kaşlarına inat, sarı saçlarıyla bir genç kız çevresindeki arkadaşlarının ilgi odağı olmuş, hayat doluyor. On, on bir yaşlarında bir erkek çocuğu hızla koşup yere düşen balonu kapıyor.
Duyulmayan ezan sesini işiten biri haber veriyor. Plastik kaplara konulmuş yemekler karışık sert seslerle açılmaya başlanıyor. Minnettar ve şükreden bir topluluğun dinginliğiyle yemekler yeniyor. Bu esnada çok az kelime çıkıyor. Kimi zaman bir anne başını kaldırıp bakıyor salona, biz davetlilere ve çocuğuna… Sonra tekrar dönüyor tabağına!
Bizim bulunduğumuz bölüm salonu rahat gören bir yerde, ayrıcalıklı gibi görünse de bizim de aynı yemeği yiyor olmamız, ekmeğimizi paylaşıyor olmayı veya kaderlerimizi ortak kılmayı çağrıştırıyor. Bunun mutluluğu ve kıvancı ile içimin dolduğunu hissediyor, yemeğe ara vererek salonu tekrar tekrar gözlemliyorum.
Baştan beri gördüğüm eksikliği şimdi soruyorum.
- Neden hiç erkek yok?
- Çünkü bunlar yetim aileleri…
Bu cevap yeterli oluyor. Gün boyu gezdiğimiz Burj el-Barajnah ve Şatilla kampları gözlerimin önüne geliyor. Başımızın üstünde, birbirine geçmiş pek çok elektrik kablosu ve su borularının gezindiği, pis suların kimi yerlerde çöreklendiği, sağımızı ve solumuzu iki cellat gibi sıkıştıran duvarlarıyla o dar sokaklar geliyor aklıma.
Gezintimiz esnasında karşılaştığımız bir yaşlı adamın bu derme çatma, üst üste ve birbirine geçmişçesine öylesine yapılmış kampa 1949 yılında geldiğini söylediği o anı hatırlıyorum. Burada yıllarını geçirmiş, her defasında zalimlerin zulmüne uğramış, herkes tarafından kimsesiz bırakılmış, katledilmiş, yaralanmış bir kamp…
Ölülerini dar sokak aralarından çıkartamadıkları için, çatılardan elden ele kamp dışına çıkartmaya çalıştıkları, 1982 yılının o meşum günlerinde sığındıkları camide 2.000 kişinin öldürüldüğü ve oraya gömüldüğü bir kamp…
Lübnan devletinin hiçbir hak ve hürriyetlerini vermediği, kimliklerinin dahi olmadığı, eğitim ve sağlık hizmetlerinden yararlanamadıkları, üzerlerinden bir türlü atamadıkları cüzzamlı mahallesi sakinleri gibi görülmeye devam ettikleri... Burası hiçbir şekilde ilgi görmeyen kaderlerine terk edilmiş insanların yaşadığı bir kamp…
Yemekler çabucak bitiyor. Partner kuruluşumuzun temsilcisi, yine balonlarla süslü bir sahnede programını sunmak üzere kırmızı yemenisini başından beline kadar koyuvermiş sunucusunu, küçücük bir kız çocuğunu, çağırıyor. Eline aldığı mikrofonla sorular soruyor, salondaki çocuklar yerlerinden bir adım dahi atmadan parmaklarını kaldırıp söz istiyorlar.
Pek çok çocuk ellerini kaldırıp kimi zaman ayakta heyecanla kendisinin cevap vermesini beklerken, kıvırcık saçlı kız annesinin gözlerinin içine bakıp sakince olup biteni izliyor. Kırmızı örtülü sunucumuz cevaplar için çocuklara söz hakkı verirken kazananlar oyuncaklarla ödüllendiriliyor. Sonra bir küçük kız çocuğu daha geliyor. Baştan ayağa bembeyaz elbisesiyle bir gelini andırıyor. Kur’an’dan sureler okuyor. Salondan büyük alkış alıyor.
Programın sonunda hiç beklemediğimiz şekilde sahneye davet ediliyoruz. “Şükran, şükran” ikilemeleriyle karşılıklı minnettarlaşıyoruz. Kimin daha çok kime minnettar kalması gerektiğini gerçekten de Allah biliyor. Bu karmaşık duygularla verilen çiçekleri, utangaç çocuklar gibi alırken, içimizden birisinin verilen çiçeği bir çocuğa armağan etmesiyle olağan bir gelenek başlıyor. Teker teker ödüllendirilmek için bekleyen çiçekleri, ümmetin geleceği çocuklara hediye ediyoruz. Çocuklar bunun için de ellerini kaldırıyorlar, fakat ben baştan beri yaşı ellisini aşmış hüzün dolu bakışlarıyla birbirine bakışan o anne ve elini hiç kaldırmayan kıvırcık saçlı çocuğuna yönelip çiçeğimi ona armağan ediyorum.
Ayrılık vakti geliyor. Salondan yukarı çıktıkça tenimiz ısınıyor. Birbirimizle vedalaşırken içimizde biriktirdiğimiz sevgiyi, vefayı, mutluluğu, minnettarlığı, iyiliği, umudu, benim gibi Arapça bilmeyenlerimiz “şükran” kelimesinde toplayıp iletiyoruz kardeşlerimize.
Araçlara binip binadan ayrılırken, ancak farların ışıtabildiği kadarını görebildiğimiz bir enkaz yığını içinden geçiyoruz. Biraz ileride farların aydınlığında kıvırcık saçlı çocuğun annesine çiçeği gösterdiğini, annesinin ona kederle güldüğünü görüyor ve mutlu oluyorum. Aracımız onların yanından geçerken gözlerim asılı kalıyor bu yüzlerde, geçtikten sonra arkamı dönüp bakıyorum hâlâ... Nasıl bir eve gittiklerini, orada babasız ve kardeşsiz bir ana bir kız nasıl bir yaşam sürdüklerini düşünüyor, hüzünleniyorum. Güneşi dahi görmeden güne uyanıp, karanlığın içinde yok olup gidişlerine üzülüyorum.
Kamptan uzaklaştıkça kamp iyice karanlığa gömülüyor. Zira Lübnan’da gece oldu mu tüm ülkede elektrikler kesiliyor. İşte o zaman, karanlık çökünce, bir ayrım daha netleşiyor; çünkü zengin bölgelerin ışıkları hiç sönmüyor. Kapatılmış dükkânların ışıl ışıl reklam panoları sabahlara kadar yanarken, bu kamplarda gece silik birkaç ampulden ibaret kalıyor. Tıpkı bu sembolik durum gibi, onları karanlıkta kaderlerine terk edip aydınlık bir yerde onlar için üzülmenin ağır baskısı altında yaşamayı, bencil bir hüznü, sorumluluğu sorguluyorum.
Otele geldiğimde hâlâ gözlerimin önünde o fotoğraf... Kederle gülümseyen anne ve küçük bir çiçekle annesine “mutluluk buldum” dercesine bakan kızın karanlıkta yitişi…