İHH İnsani Yardım Vakfı
0
Bağış Yap
Takip Et
TR
TRY
Kapat
  • Biz kimiz
  • Ne yapıyoruz
  • Ne yapabilirsiniz
  • Oturum aç
Küba Günlüğü
Teoman Duralı Kurban 03.01.2008

17 aralık pazarertesi İHH adına yol arkadaşım Osman Atalay beğle birlikte Yeşilköy havaalanından Fransız havayollarına (Air France) ait Airbus uçağıyla saat dokuzda Paris yönünde havalandık. Her zamanki gibi kanat önü ve pencere kenarındaki koltuğumdan karla kaplı Alpleri seyrede ede sâkin, olaysız bir uçuşun ardından saat on ikide Paris Charles De Gaule havaalanına indik. Havalanma ile iniş sıralarında kulaklarımın ağrımamasından pilotumuzun taşıtımızı ustaca kullandığını anladım. Paristen Havana yönünde yine Fransız havayollarının iki katlı Boing uçağıyla Türkiye saatıyla on beşte havalandık. Uçakta mebzul miktarda Türk gezgin var. Buna rağmen, bizleri takmıyor olmalılar ki, duyurularda Türkcenin esâmesi okunmuyor. Bunlar, Fransızca, İngilizce, Ispanyolca ve her ne kerâmetse İtalyanca üzerinden yapılıyor. İlk üçünü anladık da, İtalyanca niye? Fransızca havayolu şirketinin millî dili. İngilizce dünya dili. Ispanyolca uçuş menzilimizin dili. E, peki, İtalyanca? Uçakta bol miktarda İtalyan varsa, Türkler de öyle. Bunlar, niye adam yerine koyulmuyor? Yoksa ücretlerini ödemedenmi uçuyorlar? Istanbul ile Paris arasında da durum böyleydi. Gerçi orada, pek tabîî, Ispanyolca ile İtalyanca yoktu. Ama Türkce olmalıydı. Havanaya giderken, Müslümanlığın yüzü suyu hürmetine! balıklı yemeğimizi getirdiğinde ‘gökkonuksalavrat’a, yânî hostese Türkcenin kabahatinin ne olduğunu sorduğum. Cevab alamadım. Neyse, şükürler olsun, bizleri on küsur saatlık uçuşun ardından gündüzün havalandığımız Paristen geceleyin, tabîî, ayın on altısına dönerek, Havana’ya sağ sâlim indirdiler.

 dscf3588.jpg

 Devletimizin, memuruna tanıdığı imtiyâzla elimde yeşil pasaport var. Ankaradaki Kuba büyükelçiliğine danıştığımda, yeşil pasaport taşıyanlara giriş vezesinin gereksiz olduğunu söylediler. Bundan dolayı uçakta dağıtılan kimlik bildirme belgesine el sürmedim.

Sâde döşeli havameydanı binâsında dikkatimi ilk çeken husus, reklam ilânlarının bulunmaması oldu. Kuba hakkındaki ilk olumlu izlenimim bu. Ne güzel! İnsanı şaşkına çeviren, aptal yerine koyan o rezil reklam bomdardımanından âzâtsınız. Gelgörki, latîf ılık sudan çıkıp buz gibi olanına dalışım uzun sürmedi. Pasaport denetim kulübesinin önündeki uzun kuyrukta sıra nihâyet bana gelince memur hanım, “dur, bakalım, yolcu!” dedi. “Hani, giriş belgen?” “Efendim, yeşil renkteki Türk pasaportu hâmiline vize gerekmediği söylenmişti bana” cevabını verdim. “Tamam” dedi kadın; “sizden vize istemiyorum; giriş belgesini doldurmamışsınız; gidiniz, salonda öyle bir belge doldurunuz.” Ben de döndüm, öyle bir belgeyi aramağa koyuldum. Nerede gezer? Belgeler tükenmiş. Yenisinin gelmesini bekliyorum. Kuba, toplumcu ülke. Bunun da ilk belirtisi, salondan ziyâde hangarı andıran kapalı ve basık mekân. Hiçbir görüntüyü câzip kılma çeşidinden dertleri yok. Öyle meselelere aldırmıyorlar. Bunun da hoş tarafları var elbette. Bahsettiğim mekân dumanaltı. Herkes fosur fosur sıgara içiyor. Sıkıntımı bastırmak üzre çubuğumu çıkardım, ona bir fasıl tütün basıp yaktım. Dumanlı havaya ben de bir haylı katkıda bulunuyorum. Salon boşaldı. Bir ben, bir de, pasaportsuz Moskava’dan gelmiş ‘vatansız’ Filistinli, bekleşiyoruz. Pasaportsuz olduğundan, onu sokmamağa kararlılar. Yarım saat, kırk beş dakka geçiyor. Ortalıkta belgenin henüz izi yok. Üniformalı memurlar, soğuk, mesâfeli ve kettum. Nihâyet üniformalı bir hanım elinde deste deste belgeyle ufukta gözüktü. Aldım. Doldurdum. Açık kalmış tek kulübeye yanaşıp uzattım. Kadın, bunu uzun uzadıya inceledi. Pasaportuma tekrar baktı. Kulübenin tavanına raptedilmiş kamerayla resmim çekildi. Benden yine emin olmamış olmalı ki, çıktı, köşede arkadaşlarıyla sohbet eden bir erkek memura pasaportum ile belgemi gösterdi. Kısık sesle ona danıştı. En sonunda geçebileceğime karar verdi. Şükürler olsun sana ya Rabb! Cehennemden çıktım. Yarı açık mekân olan dışarısı ana baba günü. Sıcakmı sıcak. Şimdi derdim, tez canlı dostum Osman’ı bulmak. İşte, o da orada! İki zenci beğin arasında fazla heyecân emâresi göstermeden beni bekliyor. Adamlarımızı ne de çabuk buluvermiş. Bizi karşılamağa gelenlerle bir fasıl kucaklaştım. Belki insanın kara tenlisiyle ilk defa kucaklaşıyorum. Binânın dışına çıktık. Bizi gıcır gıcır Güney Kore mamulu KİA marka bir minibüsün yanına götürdüler. Adamlardan biri, daha sonra öğreneceğimiz üzre, Kuba Müslüman cemaatinin başı ve tabîî Komunist Partisi mensûbu Yahya Pedro, öbürü de İdris bilmem ne. Arabayı şöyle bir okşayan İdris, “bu, bugün ilk defa yola çıkan bir bakir araba” dedi. Bizler de bakiremize bindik. Osman ile Yahya arkaya yerleştiler, ben de sürücümüz İdris’in yanına oturdum. Hotele gitmek üzre Kuba saatıyla on dokuzda havaalanından on altı km uzaklıktaki şehre hareket ettik. İki yanı ağaçlı yollar, bakkımsız, fakat düzenli ve temiz gözüküyorlar. Şehir neredeyse karanlık. Işıklandırma az ve zayıf. Arabada Yahya ve İdris’le lâflıyoruz. Onları anlamakta bayağı zorlanıyorum. Elektrik teknisyeni olan Yahya okuyan bir adam. Elden geldiğince benimle anlaşılır yüksek Ispanyolca konuşmağa çaba harcıyor. Yine de Kuba şivesinin üstesinden gelemiyor. Almanların, ‘insan, alışan yaratıktır’ deyişinin doğruluğunu gün geçtikce daha iyi anladım. Üçüncü günde nitekim, kulaklarım, o şiveye azçok alıştılar. Öyleki Kuba lehçesinde geçen birtakım temel sözleri de öğrenir oldum. Bu sözlerin kimisi ya Ispanyolca asıllarının değişikliğe uğratılmış bir çeşidi ya da vaktiyle Afrikadaki yurtlarından kaçırılarak yahut satınalınarak köle niyetine getirilenlerin anadillerinden devşirilmiş. Uzun yolculuklarda gün boyu birlikte kaldığımız mesleği mekanikcilik olan İdris halk çocuğu olmasına rağmen, dile hâkimiyeti beni şaşırttı. O kadar ki, yanlışlarımı düzeltmekte gecikmedi. Adamları soruya boğduk. Fidel Castro’nun sağlık durumundan tutun da herkesin devlet tarafından istihdâm edildiğine varana ve infllasyonun nisbeten düşük tutulduğuna dek birçok şeyi kısa sürede öğreniyoruz. İhrâç malının başını yetişmiş insan gücü çekiyor. Hekim, öğretmen, mühendis, mimâr ile müzikci… Ne ararsan var. Dile kolay, yirmi bini bulan bu nitelikli insan gücü, ihrâcatın başını çekiyormuş. Tabîî, bize bildirdiklerinin doğruluk derecesini ölçecek durumda değiliz. Evet, Müslümanlar; ne var ki Komunist düzenin de mensûbudurlar. Zâten başka türlü de orada yaşayamazlar. Düzene sâdık kalmak kaydıyla hareket sahası epey geniş. İşte, Müslüman oluşları ve serbestce ibâdet edebilmeleri bunun âşîkâr delili olmuyormu? Burada biraz duralım. Nasıl ve niye Müslüman olmuşlar? Ondokuzuncu yüzyıl sonlarında Osmanlı ellerinden çıkagelmiş özellikle Lübnanlı bir avuc Arab ile yakın geçmişte Afrikadan ilticâ etmiş olanlar bir yana, yerli Kubalı Müslümanlar kendi istekleriyle ihtidâ etmişler. Bu sonuncuların da başını altmışına merdiven dayamış Yahya Pedro çekmiş. 1970li yılların başlarında tesâdüf eseri eline geçen bir yazı ona esin kaynağı olmuş. 1970lerin sonu ile 1980lerde askerî talim terbiye görmek üzre Afrikanın toplumcu–devrimci ülkelerinden Kubaya gelmiş yahut sığınmış Müslüman Zencîler, onu adamakıllı eğitmişler. İdris’in bacısıyla evlenince bunlara da Müslümanlığı işlemiş. 1980lerin sonundan itibâren Müslümanlığı ada boyu yaymağa kendini adamış. Şimdilerde, şaka maka, dokuz yüzün üstünde resmen ihtidâ etmiş Kubalı var. Şu sıra en âcil konu, Havanada yüzü gözü düzgün bir câmi inşâa etmek. Yahya bunun da iznini koparmak üzere. Arsa tahsis olmuş. İnşâat masrafını Kuba devleti kısmen karşılayacakmış. Kalanını nereden temin edeceklerini kara kara düşünüyorlar. Bunu da petrol zengini Arap devletleri karşılamağa teşne. Aman, diyoruz, işe Arapları ve İranı fazlaca karıştırmayın. Keşke Türkiye kolları sıvasa. İlerileyen zamanla Araplar ile İrana pek güvenmediklerini seziyorum. Türkiyeyeyse, kollar ardına kadar açık. Osman ile ben ateşe körükle gidiyoruz. Ne yazık ki etkili ve yetkili konumda değiliz. Türkiye orada câmi inşâa edip Türkcenin de öğretildiği bir kültür merkezi açsa; Devlet ile özel teşebbüs eliyle yatırım gerçekleştirip ticâreti alabildiğine geliştirse! Oradan alınacak ne var, diyemi soruyorsunuz? Bir bal tutkunu olarak tavsiyem, öncelikle o nefis hâlis baldan alalım —muzumuzun, bademimizin v.s. başlarına gelen balımızınkine de gelmiştir, yânî köküne kibrit suyu dökülmek üzere. Uzatmadan, konumuza yeniden dönelim: Müslümanlığı doğru düzgün bilmiyorlar. Bunu onlara tedris edip dinadamı yetiştirecek kuruma acilen ihtiyâç var. Öbür Müslüman devlet ile milletler, kendi meşrep ve hevesleri doğrultusunda bu ihtiyâcı çeşitli yollardan karşılamağa kalkmışlar. Etkinliklerinin ilk semeresini sonraki günlerde gördük. İhtidâ etmiş erkeklerin ilk işi karılarını boşamak olmuş. Çokkarılılığa kanunun cevâz vermemesinden şikâyetci olanlarla bile karşılaştık. Azarlayacak kadar da kızdık. Gelen değişik dış etkiler, dokuz yüz küsur kişilik cemaati, dördemi ne, bölmüş. Her bir bölüğün başında bir önder. Sonuçta Kuba Müslümanlığının ‘eski tüfenk’i Yahya Pedromuzun genelgeçer önderliği tartışılır konuma sokulmuş. Yazık!

Karanlık sokaklardan geçip iki yanında kâşhâneler ile yüksek binâların yer aldığı çift şeritli büyük caddeye çıktık. Kâşhâneler, devrimin ardısıra sırrakadem basmış zenginlerinmiş. Şimdi Miami başta olmak üzre, Florida’ya postu sermiş devrim öncesi zenginler Kubada yeni bir günün doğuşunu bekler hâldeler. Fidel Castro ölüp düzen değişirse, leş kargası gibi Kubanın üstüne atılacaklar. Yüksek binâlara gelince; bunlar, on yıldır canlanan turismin can damarı. Çoğunlukla İtayan ile Ispanyol sermâyesiyle kurulmuşlar. Ama ortaklıkta ecnebîlerin payı yüzde kırk dokuzu geçemez. Büyük hotellerin bulunduğu kesim, Havana’dan on dört, on beş km uzaklıkta olup buralarda hotel hizmetlileri ile taksi sürücüleri dışında yerli halkla fazla karşılaşılmaz. Bu durumu kem sözlüler Güney Afrikadaki ırk ayırımcılığından mirâs bir deyişle ‘turism apartheidi’ olarak nitelendiriyorlar.
Nihâyet, hotelin geniş bağçesine girebildik. Ne var ki henüz hotele erişemedik. Önündeki küçük bir binâya girdik. Burası araba kiralama acentesiymiş. Kubada kalacağımız günler boyu KİA bize tahsis edilmiş. Sürücümüz İdris (İhtidâ öncesi adı Juan), Kubada iki çeşit para briminin yürürlükte oluğunu  söylüyor. Vatandaşın kullandığı Para birimi: ‘Peso’ (CUP) ile yurtdışından gelenlerin, ecnebî para karşılığı aldıkları ‘Bozdurulabilir Peso’ (CUC). Bütün sâbık ve sâkıt toplumcu ülke paralarında olduğu üzre, ‘Bozdurulabilir Peso’nun da sâdece Kubada geçerakceliği var. Kuba dışına çıktınızmı, ısınmakçin yakabilirsiniz. Başka işe yaramaz. İnanılmaz gelecek, ama doğru: Bir ‘Bozdurulabilir Peso’, bir avroya eşitlenmiş. Arabanın ücretini işte şu ‘Bozdurulabilir Peso’yla peşin ödüyoruz. Tabîî, yalnızca arabanın ücretini değil, Kubadaki bütün haracamalarımız ‘Bozdurulabilir Peso’ üzerinden olacak. Çıldırtacak kadar uzun kırtasî işlemleri yürüten gözlüklü altmışlarındaki beğ, tıpkı bir kuzeyli, ama aslında doğma, büyüme ve soyca Kubalı. Ardından araba kiralama mahallinden dört yıldızlı hotele gidiyoruz. Gelişimizden önce Yahya bizi hotele bağlı evlerin bulunduğu yerden önünde yüzme havuzlu bir konuta yazdırmış. Geceliği yüz Peso, yânî Avro. “Ayranı yoktur içmeğe tahterevânla gider …” misâli… “Hayır” dedim. “Birer oda neyimize yetmez?” Günlüğü altmış beş pesodan oda tutuyoruz. Üçüncü kattaki oda genişce. Balkonu açık denize bakıyor. Ufkun ötesi korkunç Sam amca diyârı. Florida’nın Key West burnu. Hava soğutucusunu kapatıyorum. Bana eşlik eden hotel görevlisi gence beş peso veriyorum. Aylığı dokuz peso (avro). Neredeyse maaşının yarısını vermiş oluyorum. Perdeler ile pencereleri açıyorum. Denizden tatlı meltem esiyor. Odada TV, soğuk hava tertibatı, soğuk ve sıcak su, temiz ve rahat yatak. Ne var ki, malzeme eski ve bakımsız, ama temiz. Helânın sifonu ile musluklar yalama olmuş, su sızdırıyorlar. En alt katta INTERNET odası bulunuyor. Osman, oranın müdavimi. Ancak, yetkili kadın tarafından gevezelik (chat) etmemek husunda baştan uyarılıyor. Onun o tutkusu benimkine yarıyor. Türkiyedeki gazetelerden bana bir gün önceki Galatasaray karşılaşmasının sonucunu öğreniyor. Vay be, şu dünyanın hâline bak! Istanbuldan yaklaşık on bin km uzaklıktaki Havana’da bir gün sonra futbol karşılaşmasının sonucunu öğrenebiliyorum. Bunu meselâ babama anlatsam, şaşkınlıktan mezarına gerisin geriye düşüverirdi.

Aralık – şubat sonu Kubanın yağışsız, nisbeten serin mevsimiymiş. Latif bir hava. Uçağa çakmak sokmak yasak olduğundan, ateşsiz kaldım. Ne hotelde ne de yakın çevresinde kibrit satınalınabiliyor. Toplumcu düzenin azizliklerinden. Şehir merkezi on altı km ötede. Gecenin bu saatında orada açık bakkal da bulamazsın.

18 aralık, Salı
Pazarerstesinin on sekiz saatlık mesaisinden sonra nihâyet yedi saat uyku. Sabahtan şehre iniyorum. İlk gördüğüm bakkal benzeri yere girip kibrit soruyorum. Sonunda kibritime kavuşuyorum. Hemen beş kutu satınalıyorum. Ne olur ne olmaz. 1978 Türkiyesini hatırlıyorum. O tarihte bizde her şey yoklar listesindeydi. Vladimir Dudinzev adlı Rus romancısının “İnsan Yalnızca Ekmekle Yaşamaz” başlıklı kitabından esinlenerek yanınmda hep bir torba yahut zenbil taşır, nerede kuyruk görsem, takılırdım. Satılana ihtiyâç olsun olmasın, mutlaka alırdım. O malı sonra bir daha bulamazsınız. Bulursanız, karaborsadadır. Zamanla evde en niteliksiz Romen, Leh, Yugoslav anpulleri, kibrit, mum, un, margarin yahut tereyağ yığını, neredeyse çuval dolusu pipo tütünü v.s. birikmişti. O tarihte herkes stokcu kesilmişti. İşte Kubada da öyle bir manzarayla karşılaştım.
Bakkala girerken, yanımda yaşlı bir zenci beğ de arzıendâm ediverdi. İki adet puro satınaldı. İngilizce bilen nesildendi. İhtilâl sıralarında yahut sonra doğanlar bilmiyorlardı zirâ. Sohbete daldık. Onunla birlikte resim çektirmediğime nasıl hayıflanıyorum, anlatamam. Ekmeğini müzikten kazanmış. Artık emekli. Kontrbas çalarmış. Hem de nerede! Bir zamanların dünyaca ünlü müzik topluluğu ‘Buena Vista Social Club’da. Üstelik, kiminle? Hayran olduğum şanlı şöhretli Compay Segundo ve arkadaşları İbrahim Ferrer ve Eliades Ochoa’yla birlikte. Bana yarım saat kadar efsâne kahramanı Compay Segundo ile ‘Buena Vista Social Club’ı allandıra ballandıra anlattı. Seksen altı yaşındaymış. Toplumcu Kubanın sağlık hizmetlerine bakınız hele! Rastgeldiğim tek yaşlı o olmadı. Yaşlılar bayağı yekûn tutuyor. Yaşına bakarak daha fazla ayakta tutmak istemedim. Adamı keşke bir kahve içmeğe dâvet edeydim. Hayat, hep kaçırılmış fırsatlar serüveni değilmi ki? Ayrıldık. Dar sokaklara daldım. 2007 sayımı uyarınca, 11.400 olan nufusun %10.08ini oluşturan zencisiyle (1,126,8941), %65.06sı aktenlisıyle (7,271,926) ve nihâyet %24.86sını teşkîl eden meleziyle (2,778,923) çoluk çocuk, kadın, erkek sokakta. Fakir görünümlü dökük evlerin kapılarından, pencelerinden türlü çeşitli kâh kıvrak, kâh hafîf hüzünlü nâğmeler taşıyor. Ahâlî hem yürüyor, hem mambo, salsa figürleri çeke çeke raksediyor. İçine doğup bağrında büyüdüğüm, hele erkek için daha bir söz konusu olan, o sert ve sâbit tavırlı toplumdan çıkıp buradaki oynak, kıvrak tence ve kılıkca rengârenk insanların arasında kendimi nice yabancı hissettiğimi anlatmam zor. Ecnebî olduğumu daha ilk bakışta anlıyorlar. Sağdan soldan lâf atanlar. Söze sohbete dalıyoruz. Lehçeleri ile şivelerini anlamakta zorlandıkca zorlanıyorum. Hele o ‘s’leri yutmaları yokmu, beni ne kadar da şaşırtıyor. Bir dilin özü demek olan argolarını hiç anlamıyorum. Nasıl da hayıflanıyorum. Argoyu anlamadığınızda karşınızdakiyle gülemiyorsunuz. Yalandan gülmek de olmuyor. Ne de olsa, yalancının mumu yatsıya kadardır. İşte onunla bununla lâflaya lâflaya limana yürüyorum. Şehir merkezinde sömürge döneminden kalma binâlar muhteşem. UNESCO bunları anıt eser makûlesine dâhil etmiş, tamir ettiriyor. Hepsinden de önemlisi; 1950lerden kalma Amerikan arabaları beni çocukluğuma geri götürüyorlar. O sıkı Amerikan ambargosu adamları mucit ve sanatkâr kılmış. Çerden çöpten bulup buluşturdukları malzemeyle fosil arabalara, otobüs ile kamyonlara can vermişler. 1950lerin ortalarında Felemenkliler, Zonguldak limanını inşâa ediyorlardı. Çocuklarını okula taşıyan sarı renkte koca burunlu Amerikan mamûlu otobüsleri vardı. Sürücü, dümenin sağ tarafındaki kolu çekerek ön kapıyı açıp kapardı. İşte o otobüsler, Havanada şehiriçi ulaşımda kullanılıyor, hem de üstlerindeki Felemenkce yazılar bile hâlâ duruyor. Sordum soruşturdum: Bunları eski Felemenk sömürgesi Surinam’dan 1960larda temîn etmişler.

Kubanın en olumlu ciheti nedir diye sorulursa, cep telefonlarının, INTERNET ile kamu alanlarında reklamın bulunmaması, derim. Çağımızın iki uyuşturucu salgını cep telefonu ile INTERNET yok denecek kadar az. Kişiyi ahmaklaştıran, reklam belâsının hem kamuya açık alanlarda hem de TVde bulunmaması göze ve ruha huzur veriyor. Sokaktaki basit adamda bile belli bir gurur göz çarpıyor. Kubaya can veren, onu arkalayan Sovyet imparatorluğunun çöküşünden beri kendi yağlarıyla kavruluyor olmaları inanları gururlandırıyor. Son yıllarda Hugo Chavez’li Venezuelanın yakıt yardımı dışında Kuba tek başına kalmış görünüyor. Halk fakir, ama sefil değil. Gelir seviyesi çok düşük olmasına rağmen, büyük bir dengesizlikten bahsedilemez. Sokaklarda perişan hâlde yatanların, dilenenlerin, yoksulluk sonucu uyuşturucu iptilâsı ile fuhuşun olmaması dikkat çekici bir husus. 11 milyonun üstünde nüfusu bulunan bu ülkede geçen yıl (2006) üç kişi cinâyete kurban gitmiş. Hırsızlık, soygun yok denecek derecede. Havana ile Trinidad’da sokak satıcılarından alışveriş ederken Osman, şişman cüzdanını iki de bir cebinden çıkarıp durdu. İdris de şişkin cüzdanını ortalıkta fazla göstermemesi husunda onu iki kere uyardı. “Niye?” diye sordum. “Yankesicimi var ki, cüzdanı kapsın?” İdris şaşırdı. Ne demek istediğimi daha açık bir biçimde ifâde edince, “hayır efendim” dedi. “Burada hırsızlık filan olmaz; böyle bir şey kimsenin aklına gelmez; yalnız, o cüzdanı öyle kabarık gördüklerinde fiyatı artırırlar, o kadar” karşılığını verdi. Zâten pazarlık etme, bir tek, işportacıyla oluyor. Dükkânda sattıkları devlet malı olduğundan, fiyat sâbit, pazarlığın hâliyle yeri yok. Herkesin işi, aşı, temel öğrenimi ile sağlığı teminâta bağlanmış. Bu, bir tarafta güven duygusu yaratırken, öte yanda âtıllığa sevkediyor. Sermâyeciliğin berâberinde getirdiği sermâye ile servetin tekelde terâkümünü, bunun sonucunda da dehşet zengin, sefîh bir azınlık ile emeğiyle maişetini temîn eden yahut etmek isteyip de edemeyen sefîl çoğunluğun teşekkülüne cevâz vermeyecek derecede teşebbüse imkân tanınmalı. Böylesi bir imkân toplumun yahut milletin yaratıcı gücünü, kudretini harekete geçirir, seferber kılar. Tersi, uyuşukluğa, bönlüğe ve bunun açık ifâdesi olan hantal ve ağdalı bir kırtasiyeciliğe/bürokrasiye götürür. Kubada böyle bir durum var ve orada yakından tanıma fırsatını bulduklarıma bu tesbitlerimi iletmeyi görev bildim. Düzen, âdil olmayı hedef bilmiş. Gelgelelim kaş yapayım derken göz çıkarmak tehlikesi de her dem vârit. Servet tekeli önlenmek istenirken, ahâlînin, edilginlik, tenbellik, maddî ile fikrî teşebbüs fukarâlığına itilmesi tercihe değer bir şık değil. Hem adâleti temine matûf denetimi hem de gelir seviyesindeki düşüklüğün geniş kitlelerde yarattığı ihtiyâçları ve memnûniyetsizliği dizginlemeyi sağlayan sıkı düzen, halkı, açıkcası, bunaltmaktadır —toplam gayrısâfî millî hâsıla, 2006 itibâriyle tahminen $46.22 milyarken, adam başına gayrısâfî millî hâsıla, $4.500dür (2007).

Havana başta olmak üzre, Kubanın gördüğümüz her yerinde ulaşım dehşet bir sorun. Günü çoktan geçmiş otobüslerin yanında eski püskü kamyondan bozma taşıtlarla şehiriçi ile şehirlerarası ulaşım sağlanmaya çalışılıyor ki, durum gerçekten içler acısı. TIRvârî köhne kamyonların tepesini kapatmış, üstlerine de metrobüs yazmışlar. Yolcuları balık istifi gibi taşıyan bu sözümona metrobüslere halk, eğribüğrülüklerinden dolayı ‘camello’ (‘deve’) lakabını takmış. İş ile okul giriş – çıkış saatlarında cadde kenarlarına kadınlı erkekli, çoluk çocuk dizilmiş araba durdurup gitmek isteyen yüzlerce kişi görebiliyorsunuz. Arabaların çok azı özel. Bunlar da, demin dediğim üzre, çoğunlukla çağdışı. Ötekiler, resmî ve taksi. Özel arabalar da, yakalanmamak kaydıyla, taksi olarak hizmet veriyor. Ayrıca üç tekerlekli motorsikletler ile bisikletlerin de üstlerine branda çekip taksi niyetine kullanılıyorlar.

Dış dünyayla irtibât kesik. Ülkede en yaygın gazete, Komunist partisinin resmî yayım organı “Granma”. Dört TV kanalı var. Bunlardan biri, çocuklara, öbürleriyse, sırasıyla hanımlar ile öğretime ayırılmış programlar. Dördüncüsü haber kanalı. INTERNET pek kısıtlı. Onu ecnebîlerin girip çıktığı şatafatlı hotellerde, kamuya kapalı bakanlıklar ile Havana Üniversitesinde bulabilirsiniz. Dört bin talebenin öğrenim gördüğü Havana Üniversitesinde dörd adet bilgisayardan sâdece biri INTERNETe bağlı. Cep telefonu da sayılı kişinin elinde bulunup edinilmesi özel müsâadeye tâbî. Besin maddelerinden davar ile sığır eti kıt. Bu sebeple, yalnızca Müslümanlara da değil, yetkililerin taleb ettiği, çocukesirgemeden tutun da doğumevine varana dek, bütün kurumlara İHHnın kesip dağıttığı kurban etinin değerini varın sizler düşünün. Süt sâdece küçük çocuklara karneyle dağıtılıyor. Buna karşılık, tavuk eti ile başta balık olmak üzre deniz ürünleri mebzûl. Benim gibi, balığa düşkün olanlar için Kuba cennet.

19 aralık, Çarşanba
Bayramın birinci günü. Sabah dokuz otuzda İdris arabayla Osman ile beni alıp bayram namazının kılınacağı mahale götürdü. Namaz onda kılındı. İmam Iraklı. Adam, bir saat boyunca kimsenin anlamadığı Arapca hutbe okudu. Bundan dolayı kimileri bayağı şikâyetci. Küstahlık, kendini beğenmişlik olarak niteliyorlar. Diyelim ki, imam, Ispanyolca bilmiyor, koca Kubada Arapca bilen de mi yok, hutbe Ispanyolcaya tercüme edilsin, deniliyor. “İşte, böyle bir kabalığı Türk yapmaz!” Bunu diyen, namazdan sonra, ihtidâ etmiş Kubalılarla tanıştırıldıklarımdan biri. Kır sakalı, şalvarı ve sarığa benzer serpuşuyla şarklıyı andıran bu yakışıklı beğ, fasîh İngilizce konuşuyor. İngilizce bilenle ikinci defa karşılaşıyorum. Havana Üniversitesinde İngilizce hocasıymış. Bir cemaatımızın dâvetlisi olarak Türkiyeye gelmiş. Bir ay süreyle gezip gördüğü Türkiyeye ve Türklere hayran kalmış. Hele Kubada bulunmaz Hint kumaşı mesâbesindeki ete doyamamış. Nihâyet, sohbet derinleşip koyulaştığı esnâda beni git gide sigâya çekmeğe koyuldu. En fazla öğrenmek istediği husus, Türk Devletinin bahse konu cemaat hakkındaki görüş ve tavrının ne olduğu. Ben de “Tevrat”ta geçen bir parçayı naklederek sorusunu cevapladım: “Tanrı çok kıskançtır (‘el-kanna’); Kendine eş koşulmasını bağışlamaz” (“Tesniye”, 4/24). Gülüştük. “Evet, çok iyi anlıyorum …” dedi. Anlaşılan, zâtımuhterem, görevli. Zâten Osman ile benim çevremizde dönüp dolaşan herkes öyle olmalı. Nefes alıp verişimizi bile kayda geçiriyor olmalarını tahmîn etmek zor olmasa gerek.

İkindide kurbanlıkların satınalındığı devlet malı çiftliğe götürüldük. Bitişikte mezbaha var. Hem taşıtlar hem de yayalar dezenfekte edici sıvıdan geçerek çiftliğe girebiliyorlar. Hayvanlar, son derece sıhhî şartlarda fennî usullerle kesiliyor. Onlar mezbahada kesilirken açık arâzîde ulu bir ağacın altında kavurucu güneşten bir nebze korunmuş hâlde oturup çalışanlarla muhabbete dalmışım. Yolanda otuzlarının başında ak pak tenli güzel, oynak, kıvrak dehşet sevimli, cana yakın bir hanım. Toplumcu Angola’dan öğrenim görmek maksadıyla Kubaya gelmiş bir zenciyle evlenmiş; bir de, on bir yaşında melez kızı var. Evlendikten sonra iki yıl kadar Angola’nın başşehri Luanda’da oturmuş. Ardından boşanarak kapağı tekrar Kubaya zor atmış. Kubada genç evleniliyor. Hızla boşanılıyor. Çocukların eğitimi ile öğretimini devlet, anaokulundan itibâren üstleniyor. Kadının hakları çok geniş. Bu yüzden erkeğin pek sözü geçmiyor. “Erkekler çok şikâyetci” diyor Yolanda. Müdhiş kıskançlarmış. Fakat şiddet yok. “Peki, ne yapıyorlar?” diye soruyorum. “Dırdır ediyor, kadınların başını şişiriyorlar” cevabını veriyor. “Kadın da sıkılıyor, başını alıp gidiyormuş.” Peki, bu konu nereden, nasıl açıldı? Defalarca muhatab olduğum soruyu Yolanda da sordu: “Dans etmesini biliyormusunuz?” “Hayır; gençliğimde erkeğin çıkıp oynaması bizde hoş görülmezdi; bunu yapan erkeklere başka gözle bakarlardı” dedim. Çok şaşırdı. İnsan, kadın olsun, erkek olsun, nasıl olur da dans etmez… Yolanda’nın aklı buna yatmadı. İşte konu böyle açıldı. Erkekler, kadına bayağı doymuş olmalı ki, yarı çıplak dolanan şu şuh fettânlara nazâr atfetmeye bile gerek görmüyorlar. Hayret ki, ne hayret! Böyle bir şey bizde olsa… Erkeklerine gelince; onlar, bizimkilere benzer, kapalı, muhâfazakâr biçimde giyiniyor.

Neyse, Yolanda’dan sonra saatlarca sohbet ettiğim ellisine merdiven dayamış yumuşak çehreli yakışıklı bir zencî beğ. Otuz yıldır denizdeymiş. Şimdilerde artık çarkcıbaşı olarak görev görüyor. Nerelere gitmemiş ki?! Doğusu ve Batısıyla Almanyalar, Rusya, İsveç, Norveç, Danimarka, Ispanya, Portekiz, Gine Bissau, Angola, Mozambik, Çin, İndonesya… Saymakla bitmez. Uzun boylu, siyâsî düzenlerin çözümlemesini yapıyoruz; bana tür tür gemileri, denizleri, memleketleri, çeşit çeşit milletleri, kültürleri anlatıp duruyor. Ardından Müslüman olmuş yaşlı bir hanımefendiyle lâfa dalıyorum. O da bana altmış yıl öncesinin Santiagosunun çalgıcılarını, müziğini, şeker kamışı tarlalarını, ailesini, doğu Kubadaki dağları, ormanları ve Komunistken Müslümanlığa geçişinin hikâyelerini naklediyor.
Artık, akşamüstü; gurup vaktine yaklaşıyoruz. Sıcak yerini hafîf tertîp serinliğe terkediyor. İşler duruyor. Mezbahada çalışanlar ve idârî işlere bakan kadınlar, süratle evlerinin yolunu tutuyor. İdris, Yahya Pedro, Osman ile ben kıpırdıyoruz. Osman, yine ele avuca sığmıyor. Sağa sola koşuyor, onun bunun  resmini  çekiyor.  Adam  safî hareket. Bingöllülüğüne aklım yatmıyor. Karadenizli olmalı, derim.
Şükürler olsun, en sonunda Osmanımızı zar zor da olsa arabaya bindirip yola revân oluyoruz.

20 aralık, Perşenbe
Bayramın ikinci günü. kurban kesilecekken iş akâmete uğruyor. İşin sürdürülmesiçin yeniden izin gerekiyor. Onlarca yetkiliden birinin imzâsı gecikince günümüz Tarım bakanlığının kapısında geçmeğe namzet. Şehir dışındaymış. Dönmesi gerekirken, efendi hazretleri henüz avdet buyurmamışlar. Çâresi yok. Beklemekten vazgeçtik. Şehrin yolunu tuttuk. Boş arsalarda tezgâh kurmuş satıcılardan kendi imâlâtları hediye alıyoruz. Yollar ile yapıların çoğu sömürge devri kalıntısı. Muntazam dik kesişen ana ve tâlî yollar, süslerle işlenmiş taş yapılar, köprüler, içleri heykel ve resim dolu irili ufaklı kiliseler. Şaşıyorum. Şu Ispanyollara bir bak! Keşfedip ele geçirdikleri Amerika kıtasını bir baştan diğerine 1500lerden başlayarak Adan Zye inşâa ettikleri şehirlerle donatmışlar. Dinleri ile dillerini benimsetmişler. Her yer adetâ Ispanyanın devâmı. Onsekizinci yüzyıldan sonra kurulan yeni düzenler ne ve nasıl olurlarsa olsunlar, Ispanyolların getirip kattıkları maddî ile manevî değerleri inkâr etmek şöyle dursun, kendi mallarıymışcasına onlarla övünüp gurur duymaktadırlar. Tarihî kültür mirâsımız diye onları sâhipleniyorsunuz. Oysa Ispanyolların Amerikada fethettikleri topraklara denk düşecek mıkyâsta ülke zapteden Moğollardan geriye iz kalmamış. Şehir inşâa etmemiş, ne din ne de dil, yalnız, kılınçtan geçirdiklerinin damağında kekrek bir tat bırakmışlar. Hepsi o kadar. Yahya Pedro’ya soruyorum: “Şu eski sömürge efendileriniz Ispanyollar hakkında ne düşünüyorsun; sizleri Afrikadaki anayurdunuzdan söküp buralara köle olarak çalıştırmaya getirdiler; onları lanetliyormu yoksa affediyormusun?” “Yapıp bıraktıkları güzel işler ile eserler, çektirdiklerinin fevkında olmasından ötürü, haklarında kötü düşünemem.” “Fidel Castro da senin gibimi düşünüyor, ne dersin?” “Devrimden hemen sonra A.B.D.nin dümen suyunda dünyanın bize sırt çevirdiği en sıkıntılı dönemde iki ülke yanımızdaydı: Biri Meksika, ötekisiyse Faşist Franko Ispanyası. Aslında Franco, İngilizleri–Amerikalıları sevmezdi. Kuba devrimini, Ispanyolların, Amerikalılara 1898deki yenilgisinin, dolayısıyla da Kubayı yitirmelerinin intikâmı şeklinde algılamıştır. Nihâyet, Meksika ile Ispanyanın ardısıra Sovyetler devreye girdi. Fidel, Franko ile Ispanyasının o fedâkârlığını unuturmu? Ayrıca, babası geçen —Yahya’nın kastettiği Ondokuzuncu— yüzyıl sonlarında Ispanyanın Galiçya bölgesinden Kubaya göçmüş. Yakın bir geçmiş.”

21 aralık, Cuma
Osman Atalay’ı kurban meselesiyle baş başa bırakarak on bir sularında hotelden ayrılıyorum. Yakıcı güneş altında Havana yönünde geniş caddeyi arşınlamaya koyuldum. İki km kadar yürümüş olmalıyım. Üstüm kan ter; ayakkabı bir cendere. Ayak parmaklarım su topluyor. Sol önümde sabun kutusunu andırır Rus mamulu Lada marka araba duruyor. Arabayı süren altmış beş, yetmiş yaşlarında ak saçlı, kibâr bir beğefendi. “Beni Havanaya götürürmüsünüz?” diye soruyorum. Beş pesoya götürüyor. Nereden geldiğimi, ne işle meşğûl olduğumu filan soruyor. Alışılmış sorular işte. Kendisi inşâat mühendisi, emekli. Araba kendinin. Taksi niyetine kullanmasıysa, kanuna aykırı. N’eylersin ki, eline geçen emeklilik yaşamakçin az, ölmekçinse fazla. Öyleyse arabasını taksi olarak kullanmaktan gayrı çâresi yok. Ataları Ispanyol – Katalan soyundanmış. Beni Havana Üniversitesinin yan tarafında indirdi. Havanaya mahsûs asırdîde alamo ağaçlarının çerçevelediği gölgeli yolu geçip karşı kaldırıma çıkıyorum. Avlu kapısından içeri sorgusuz sualsiz denetlenmeksizin girdim. Zâten kolluk kuvveti nâmına görünürde bir şey yok. Avlu kızlı erkekli talebeyle dolup taşıyor. Konuşuyor, gülüşüyor, birbirlerine lâf atıp takılıyorlar. Kimisi Ondokuzuncu yüzyıl görkemli mimârîsinin örneğini sergileyen binâların merdivenlerine oturmuş gitar çalıyor, kimi şarkı söylüyor. Bir neşedir gidiyor. Felsefe Bölümünü soruyorum. Birkaç yanlış yönlendirmeden sonra Juan adında yirmi bir yaşında tarih talebesi bana doğru binâyı gösteriyor. “Nerelisiniz?” diye soruyor. “Türkiyedenim, Türküm” cevabını verince, “selâmünaleyküm!” diyor. Şaşırdım. Müslüman olup olmadığını soruyorum. “Kubalıyım” karşılığını veriyor. Birlikte yürüyoruz. Beni üniversitenin doğa tarihi müzesini gezdiriyor. “Hocalar şu sıra yemektedirler; geliniz, sizi başka bir yere götüreyim” diyerek beni üniversite yerleşkesinin dışında köhne bir binânın dördüncü katına çıkarıyor. Ortalık loş. Külüstür ahşap kapının önündeyiz. Zile basıyor. Gıcırdayan kapıyı yaşlı bir kadın açıyor. Giriyoruz. Ondokuzuncu yüzyıl Fransız uslubunu andırır bir döşeme. Rengârenk eski, hantal dört koltuk, bir kanape, iki adet ayaklı fener. Alçak masa. Camlı dolap. Masanın, dolab ile kanapenin üstünde renkli hem kâğıt hem de kumaştan bebekler. Ne yana bakarsanız, mum. Kaygı ve kuşku dolu nazârla etrâfımı tarassut ediyorum. Bana çok tuhaf geliyor. “Beni burada kesip yemesinler!” diye düşünüyorum. Allahtan artık iyiden iyiye kartlaşmış olduğumdan, etimi butumu beğeneceklerini sanmam. Beni getiren genç, burada Afrika menşeli dinde âyîn tertiplendiğini söylüyor. Belli. Böyle Afrika dinleri Kubada yaygınmış. Ev, üniversite genel kâtibininmiş. Fakat adam evde değil. Yaşlı hanım, annesi. O ve Juan ortadan kayboluyorlar. Tek başıma o acayıp döşeli odada kalıyorum. Bir süre sonra ellerinde tahta kutularla tekrar göründüler. Puro kutuları. Monte Cristo, Cohiba v.s. Niye burada satılıyorlar? Ne yapmağa çalışıyorlar? Juan, yanıma oturup yaşından beklenmeyecek olgunlukla bana sâkince izâh ediyor. Talebeler, öğrenimlerinin yanında münâvebeyle gün aşırı puro fabrikalarında işci olarak çalışıyorlarmış. Aldıkları ücreti üniversite talebe birliğine bağışlıyorlarmış. Bu birlik de onların çeşitli ihtiyâçlarını karşılıyormuş. Bağışlanan ücretlerle yemekhâne, kantin işletiliyor, gereksinilen malzeme ile kitap temin ediliyormuş. Yine bahsi geçen gelirle üniversiteye dörd adet bilgisayar satınalınmış. Üniversitenin başka bilgisayarı yokmuş. Bunlardan biri INTERNETe bağlı. Ücret ödemenin yanısıra fabrika, çalışanlarına çok düşük fiyatla puro satıyormuş. Ucuza temîn ettikleri puroları talebeler, satarak kendileri ile ailelerine ufak bir ek gelir sağlıyorlar. İşte, şu esrârengîz evde karşılaştığım puro satışının hikmeti de buymuş meğer.

Uzun boylu düşünüp taşınmanın ardından bir kutu Cohiba purosu satınalmağı kararlaştırıyorum. Kendim için bir şey istiyorsam, nâmerdim. Hep eşe, dosta ve talebelerime hediye. Juan, bir koca kutu Cohiba’ya altmış beş peso taleb ediyor. Beceremediğimi sandığım pazarlığa girişiyorum. Sonunda fiyatı kırk beş pesoya indiriyorum. Devlet işletmesi dükkânda böyle bir kutu üç yüz altmış pesoymuş! Yurda dönüşte, havameydanında dükkân dışından satınalınmış purodan yirmi tânesine izin var. Kutumda yirmi adetmi ne var. Bana sattıkları halismi, değilmi, onu da bilmiyorum. Fenâ hâlde kazıklanmış da olabilirim. Artık, Allah kerîm diyoruz. Hediye edeceklerim, nasıl olsa, anlamayacaklardır. Ancak, bilâhare purodan iyi anlayan Yahya ile Pedro’ya birer tâne ikrâm ettiğimde, bunların halis olduklarını teyît ettiler. Çok şükür, kazıklanmamışım. Haddizâtında değişik vesilelerle bana iki kutu daha veriliyor. Şu kısmetime bakınız ki, Havana’dan ayrılırken havameydanında kimse bana kaç puro götürdüğümü sormadı.

Puro faslını tamamladıktan sonra genel kâtibin evinden ayrıldık. Sokağa çıktık. Juan’la vedâlaştık. O, öğle yemeğiçin evinin yolunu tuttu. Bense, bana daha önce gösterdiği Felsefe Bölümünün binâsına girdim. Uzun girişin ucunda merdiven. Onun yanıbaşında sallapati bir iskemleye kurulmuş hademe kadın gözlerini boşluğa dikmiş iş çıkışı saatını sabırsızlıkla bekliyor olmalı. Ona yaklaşırken, öğle vaktini epeyi aşmış olmamıza rağmen, sersemlik sonucu, onu “buenos dias”, “günaydın” diye selâmlıyorum. O da, gayrıihtiyârî kolundaki saata bakarak bana madenî bir sesle “buenas tardes”, “tünaydın” karşılığını veriyor. Süt dökmüş kedi gibi, “buenas tardes” diyerek hatâmı tamire yelteniyorum. Kendimi tanıtıp Felsefe Bölüm başkanını görmek istediğimi söyledim. “Başkanımız az önce çıktı” dedi. Ardından yerinden kalkıp beni binânın dışına çıkardı. Yandaki binâyı göstererek “işte, oraya gitti” diye konuştu. İşâret ettiği yere bakıyorum; öyle dershâne filan değil. Düpedüz üniversite kütüphânesi. İster istemez içeri giriyorum. Kütüphâne memuru kadına soruyorum. O da, “söylediğiniz hocayı tanıyorum tabîî; fakat burada değil; geldiğiniz binâdaki çalışma odasında olmalı” diye beni uyarıyor. Yanımda getirdiğim üç kitabım ile çıkardığımız “Kutadgubilig” felsefe-bilim araştırmaları dergisini kütüphâneye bağışlanmak üzre kadına teslim ediyorum. Bana teşekkürnâme göndereceklermiş. Adresimi istiyor. Yazıp veriyorum. İlk girdiğim binâya tekrar yöneliyorum. Hademe kadın yine merdiven kenarındaki entepüften sandalyasında eğreti oturup boşluğu gözetliyor. Dönüşümden memnun kalmamış bir tavırla yerinden kalktı. Yaklaştı. Beni kandırıp boşuna yormuş olmanın doğurduğu suçluluk duygusuyla hemen bölüm başkanının odasına yöneldi. Tam girecekti ki, kapı açıldı. O durduğum girişin öbür ucunda orta yaşlarda kır saçlı, külüstür giyimli hoca ve talebesi olduğunu sandığım genç hanımla görünüverdi. Hademe kadın beni göstererek adama kısık sesle bir şeyler söyledi. Adam da bir iki sözle cevap verdi. Kadın yanıma gelip “hoca, çok meşğûl, sizinle görüşemeyecek” diyor. Hemen arkasından adam, gözlerini şöyle bi’çevirip bana, kaçamak da olsa, nazâr dahî atfetmeden talebesiyle birlikte binâdan dışarı çıkıyor. Ben de öyle bilmem ne gibi. kalakalıyorum. Bu olaydan, şu tavırdan bi’şey anladıysam, Necip Fazıl’ın deyişiyle, Zencî olayım. O günün akşamında tanıdıklar, olayın sebebini bana izâh ediyorlar. Bir öğretim üyesiyle görüşmekçin en az bir hafta önce üniversite idâresinden izin istemem ve görüşeceğim kimseyle neleri konuşacağımı ezcümle beyân etmem zorunluymuş. Üniversiteden bir yetkili ecnebiyle izinsiz, olur olmaz biçimde görüşemezmiş. Ancak, bunu öğreninceye değin geçen sürede kendimi müdhiş aşağılanmış hissediyorum. Kubada yaşadığım bu ilk şiddetli hayâlkırıklığıyla üniversitenin ön cephesindeki geniş merdivenden her basamağı hesaplaya kitaplaya büyük meydana iniyorum. Vızır vızır arabaların gelip geçtiği koca caddeden karşıya geçiyorum. Kalabalıktan sıkılıp gittikce daralan, nihâyet daracık sokaklara dalıp amaçsızca taban tepiyorum. Başımdan geçen olayın etkisi olanca ağırlığıyla üstümde. Olana bi’türlü akıl erdiremiyorum. Yeyüzünün öbür yakasından gelme meslekdaşına bir bakışı bile çok gördü. Bu, kibir de olamazdı. Hele Havanada, Kubada. Böyle düşünceye dalmış sersem sepelek ağır aksak yürürken birden beni biri efkârımdan uyandırıverdi. Zayıf, çelimsiz bir Zencî bana selâm verdi. Lâflamağa koyulduk. Havadan sudan konuşuyoruz. Öyle hasbıhâl ededururken, sağdan soldan lâf atıp geyik muhabbetimize katılanlar var. Bu katılanlardan biri, yirmi yaşlarında kara tenli, etine butuna dolgun ve bermûtât yarı çıplak bir kadıncık. Bize takılıyor. Şimdi, üçümüz birarada yürüyoruz. Salsa dansı öğretmeniymiş. Yine aynı soru, “dans etmesini biliyormusunuz?”; aynı hayret, “a, niye, nasıl olur da bilmiyorsunuz?” Bu sefer süreçte değişiklik oluyor. Bilgisizliğim ile becerksizliğim, bana raks öğretme arzusuyla yanıp tutuşanın gayretini ketleyemiyor: “Varın, dans etmeği bilmeyiniz; size yine de salsayı öğretebilirim.” Kadına İngiliz atasözünü zikrediyorum: “Kocamış ite yeni oyun öğretilemez!” Israr ediyor, ille öğretecek. Zâten canım sıkılıyor; bir de bu, çıktı başıma. Yıkılmağa yüz tutmuş dört katlı bir binânın zemininde kapısı açık bir daireye dalıyorlar. İzliyorum. Yılankavî kıvrılan loş, havasız bir koridoru takiben taş çatlasa altmış metre karelik bir hole giriyoruz. Tütün, içki, çürümüş yemiş ile ter unsurlarının karışımı ekşimsi bir koku genzimi yakıyor. Dörtgen mekânın iki köşesinde birer masa. İkisinin etrâfında yaşı geçkince dörder erkek. Öbeklerden biri, kâğıt, öbürü de domino oynuyor. Kimi puro tellendiriyor, kimisi de kadehini yudumluyor. Holden bozma salona girdiğimizde kimisi başını lütfen kaldırıp bize şöyle bir bakıverdi. Ardından meşğâlelerine geri döndüler. Ortada yirmi, otuz metre kare sözümona dans pisti. Kadın, orada bana salsa öğretmekte ısrarlı. Birden, tepemin tası attı. “Ulan, salsanın da senin de …” Türkce sayıp söverek geldiğimiz daracık loş koridoru geçip kapağı bir hışımla dışarı atıverdim. Bunlar, sâkin, munis insan olduklarından, benim celâllenmemden fenâ hâlde ürktüler. Dışarı çıkınca hedefsiz yürümüğe koyuldum. Erkek ile kadın arkadamdan koşarak yetiştiler. Adam heyecanlı bir edâ ve acıklı ses tınısıyla “señor …” diye hitâb edince, bir ân duraladım. Nasıl oluyor? Kubada ‘señor’, ‘efendi/m’ diye bir hitâp çeşidi kalmamış olmalı. Orada kırk dokuz yıldır ‘camarada’ yahut ‘compañero’, ‘yoldaş’ yokmu? “İnsan ruhu ne de rüzgâra benzer” diyor Alman şair filosof Johann Goethe. Anlaşılan, her vakit rüzgârı andırmıyor. Bazan kaya gibi oluyormuş; yerinden oynamıyor… “Bu kadın çok yoksul; bir buçuk yaşında bebesi var. Bizde küçük çocuklara süt karneyle dağıtılıyor. Karne doldumu, süt alamıyor, bir dahaki ayı beklemek zorundasın. Ama sen elindeki ecnebî parayla istediğin kadar satınalabilirsin. Var, bir iyilikte bulun da, bebesine süt satınalıver” diyince hoşafımın suyu kesildi. Gerçi şu “çok yoksulluk” bana pek inandırıcı gelmedi. Yoksul olduğu muhakkak da, ‘çok’u biraz mübâlağa. Öyle olsa, ‘etine butuna dolgunluk’ nereden geliyor? Herhâlde taş, toprak ve ot yiyerek dolgunlaşmadı. Neyse, “iyilik et, denize at, balık bilmezse, Hâlık bilir” atasözüne uygun ve verdiğimiz söze bağlı kalarak sütü satınalacağız. Yirmi dakka kadar yürüdük, süt satan bir kulübenin önüne vardık. Birkaç kişi duruyor. Bizimkisi gitti kulübedeki beyaz önlüklü satıcıdan süt istedi. Kalmamış. Haydı bakalım, bir kırk, kırk beş dakkalık yürüyüş daha. Yine bir kulübenin önündeyiz. Gelgelelim, bu sefer hatırı sayılır uzunlukta kuyruk var. Nihâyet sıra bize geldi. Otuz küsur bozdurulabilir peso ödüyorum. Kadına içinde kutularca süt bulunduran koca paket veriyor. Allahın bildiğini kuldan sakklamanın âlemi yok. Otuz küsur peso, yânî avro içime oturdu. Bu ikisini kulübenin önünde baş başa bırakıp oradan hızla ayrılarak kalabalığa karışıyorum. Böylece yeni taleb ihtimâlini de bertaraf ediyorum. Bitkin düşmüşüm. Üniversitede başımdan geçen o rezil olaydan sonra fersah fersah yürümek beni bitirdi. Sıcak da cabası. İçki ile meşrubatın satıldığı iki tarafı açık salaş bir dükkânda uzun bacaklı bir tabureye oturdum. Genç ve soğuk Zencî kadın önüme acayıp renkte çeşitli meyveden oluşmuş bir sıvı meze koydu. Soğuk ve tadı güzel. Bugün huzur bulmak alnıma yazılı değilmiş. Az ötemde Kubaya fi tarihinde gelip yerleşmiş ak saçlı sakallı Ernest Hemingway’e benzer bir ihtiyar delikanlı tanımadığım bir içkiyle demleniyor. Aramızda boş bir tabure duruyor. Ânsızın nereden çıkageldiğini anlamadığım zil zurna serhoş bir Afrikalı o boş tabureye çökmezmi… Adam, makineli tüfenk gibi dur durak bilmez biçimde bana bi’şeyler anlatmağa çalışıyor. Bozuk telâffuzundan Afrikanın hangi ülkesinden geldiğini sökemedim. Çektiklerini sıralamağa çaba harcıyor, ama, tam, ne dediğini anlamıyorurm. Benden sıgara istiyor. “Yok” diyorum. Ardından puro diye tutturuyor. “Ondan da yok.” Bu sefer “sende ne var?” diye soruyor. Artık, canıma tak etti. Bir yudumda meyve suyumu mideye indirip parasını ödüyor, kalkıp kapağı caddeye zor atıyorum. Yürü. Ha babam yürü. Arabalar zehir zemherek eksoz gazlarını saça saça gelip geçiyorlar. Kitapcı görüyorum. Dükkâna giriyor, bi’şey almadan çıkıyorum. Yakınındaki bir başkasına giriyorum. Ispanyolca – İtalyanca ile Ispanyolca – Portekizce sözlükler satınalıp yürüyüşümü sürdürüyorum. Bir bakıyorum, yolumu şaşırmışım. Kırmızı gömlek ile pantolon giymiş genç güzel zencî kırması bir hanıma San Juan meydanını soruyorum. Peşine takılıyorum. Ayrıldığımızda yolun yarısını katetmişim. Artık, nerede bulunduğumu biliyorum. San Juan meydanındayım. Yolun karşısında denize nâzır balık lokantasına geçiyorum. Balık yiyor, yedi peso ödeyip çıkıyorum. Lokantanın önünde üstü yarı kapalı, sağı, solu ve önü açık motorsiklet taksi görüyorum. Sürücüsü olan kadına beni on beş km uzaktaki Comadore hoteline kaça götürebileceğini soruyorum. Epeyi pazarlık ettikten sonra sekiz pesoda anlaşıyoruz. Havananın en tatsız yanlarından biri, taksimetre diye bir şeyin olmaması. Gerçi uzaklığa göre, semtlere belli tarifeler uygulanıyor. Ancak, devlet memuru sürücü, tarifeyi bilmiyorsanız —ecnebî olup buraya ilk gelişinizse, nereden bileceksiniz!?—, sizi özel bir ücret siyasetinin cenderesine sokabilir.

Sokaklara dalıyor, caddelerden geçerek meydanlara çıkıyoruz. Geçen yüzyılların sömürge döneminde inşâa olunmuş eski şehirden Yirminci yüzyılın ilk yarısına, yânî devrim öncesine ait yeni şehre geliyor, buradan da kıyıyı, başka bir deyişle kordonboyunu izliyoruz. Eski püskü araba döküntüleri buram buram eksozlarını ciğerlerimize üfüre üfüre sağlı, sollu bizi geçiyorlar. Troipik sıcağa rağmen, altmış km hızla giderken, açıkta bayağı üşünebiliniyormuş meğer. Hotele iki yüz m kala iniyor, ücreti ödeyip yürümeğe koyuluyorum. Su ile meşrubat satınalmak amacıyla ecnebîlere açılmış alışveriş merkezine yürürken karşıdan belli belirsiz zarîf, nahîf kara tenli bir kadın bana yaklaşıyor. Tam yanımdan geçerken “mösyö, Fransızca konuşuyormusunuz?” diye sormazmı! Herkesin Ispanyolca konuştuğu bir diyârda ânsızın biri size Fransızca hitâb ediyor. Bir ân için donakaldım. Ona döndüm. “Evet biliyorum; buyurun” diyorum. Sazı bir aldı, pir aldı. Atlılar kovalıyormuşcasına hzılı konuşuyor. Aman Allah, hem de ne dedertliymiş. Dört bir taraftan bizi gözlüyorlarmışcasına etrâfa işkil dolu nazârlar ata ata, tedirgin tavırla, insicâmsızca, hızla anlatıyor da anlatıyor. Bendini yıkıp kendine çıkış bulmuş suyun gücüyle çağlaya çağlaya Kubanın siyasî ve iktisadî düzeninden şikâyet ediyor, ona lânet yağdırıyor: “Burası yeryüzü cehennemi; dünyada daha korkunç bir yer olamaz; herkes birbirini gözler, gözetler, gammazlar. Öncelikle ecnebîleri kıskanır, sevmez, onlardan kuşkulanırlar. Yedisinden yetmişine, sokaktaki basit vatandaştan en yetkili etkilisine insanlar marazîdir. Bu ülkedeki durum ile şartlar hayâlgücünüzün, akıl ile havsâlanızın fevkındadır.” Kadıncağız yutkunmak üzre bir ân duraklayınca, fırsattan istifâde lâfı ağzından kapıverdim: “Peki, bunca baskı, istibdât hüküm sürüyorsa, bana bütün bunları sokak ortasında nasıl oluyor da seleserpe anlatabiliyorsunuz? Ayrıca, buyrunuz; bir kahvehâneye gidip oturalım, daha rahatca sohbet edebiliriz.” Yitirdiği konuşma fırsatnı bir çırpıda geri alıverdi: “Aman efendim; bilmiyorsunuz, bilemezsiniz; bura açıkhava mahpushânesi; şu ân her taraftan gözleniyoruz; kendi hesabıma kimseden ve bir şeyden korkmuyorum, yıllarca içeride yattım, ama sizi düşünmeliyim, kahvehâneye oturup sohbeti bir yana bırakınız, şuracıktaki hasbıhâlimizin bile ağır faturasını size çıkarıverirler.” Devâmla: “Harap bir binânın, tavanı ile zemini hâriç, dört bir tarafı havadar kırık dökük bir dairesinde otuz yedi yaşındaki oğlumla yaşıyorum; tabîî buna yaşamak denirse. Bugün oğlumun doğumgünü. Bu münâsebetle bütün gün eve kapanmış durumda. Bense biraz hava almak maksadıyla sokağa çıktım ki, Allahın inâyetiyle, sizinle karşılaştım. Yıllar önce tanıştığım ve beni seven bir beğefendi İsviçrede yaşıyor. Kendiminkiyle birlikte onun adresini size versem, Istanbula avdetinizde yaşadığımı, bir şeye ihtiyâç duymadığımı bildirir bir iletiyi kaleme alıp ona gönderirmisiniz?” Çantasından cep defteri çıkardı. Bir yaprakcık kopardı. Ön yüzüne adamınkini, arkasına da kendi adresini çiziktirdi. “Aman, bunu üstünüzde bulmasınlar” diye de beni uyarmağı ihmâl etmedi. Ne kendisi ne de oğlu çalışıyorlar. Devrimden önce Fransızca öğretmeniymiş. Sonraysa, anladığım kadarıyla, ikisi de çalışmamış. İşe alınmakçin Komunist Partisi mensûbu olmak zorunluymuş. Bunu ise anne ile oğul kesinlikle reddetmektedirler. Peki, maişetlerini nereden temîn ediyorlar? Sorumu açık, anlaşılır biçimde cevaplamadı. Devlet, anlaşılan, çalışmayanlara dahî, cüzî dahî olsa, maaş bağlamışa benziyor. Bununla anne – oğul kör topal geçiniyorlar. Oğul niye evlenmiyor; kadının kocasına ne olmuş? Kendiyle ilgili tek bildiğim, çok gençken babasıyla Puerto Rico’dan gelmiş olduğudur. Kubanın, başta siyâsî nizâmı olmak üzre, hiçbir şeyini sevmiyor. Bu yoğun sevgisizliğinin sebebi siyâsî nizâm olmalı. Halkın sersefil olduğunu bastıra bastıra öne sürüyor. Anlayamadığım, nizâma yüzde yüz karşı olduğunu bana açıkca beyân buyuran bu kara tenli hanımefendi, çalışmamasına rağmen, paçavralara bürünmüş, aç bîilâç görüntü sergiliyor olmaması. Kafam allak bullak. Neydi, neciydi? Ağzımı aramağa çıkmış kışkırtıcı ajan olmasın. Elime sıkıştırdığı sözümona sâbık sevgilisinin İsviçredeki adresinin yazılıdurduğu kâğıt parçası ânsız bir aramada delîl diye kullanılmasın! Ya Rabb, ne biçim işdir bu. Osman’a imreniyorum. Başı âsûde. Eh, o da bana “n’eylersin ki; arayan, ya Mevlâsını ya da belâsını bulur” demezmiydi? Bunları düşüne taşına, gelen geçenden, etrâfta yaprak kıpırdasa işkillenerek alışveriş merkezine ulaştım. İçeri girip alışkanlık kesbettiğim nesneleri satınalıp hotelin yolunu tutuyorum.

dscf3833.jpg

 Gece odadaki cihâzdan Kuba devlet TVnu seyrediyorum. Venezuella devlet başkanı Hugo Chavez’in Santiago de Cuba’da yaptığı konuşmayı Venezuella TVu uydu aracılığıyla Kuba TVna iletiyor. Ayakta duran Hugo Chavez’in yanıbaşında yaşlı ve hasta Kuba devlet başkanının erkekkardeşi ve vekili Raul Castro, üstünde yakası açık beyaz gömleği ve ince kumaştan buğday rengi ceketiyle oturuyor. Kısa kara saçlı, küçük çekik gözlü, kalın dudaklı, sütlü çıkolata tenli kızılderili – zencî kırması Chavez nice çocukca görünüp davranıyorsa, Raul bir o kadar olgun, baba adam. Kubada yeraltı tevâtürüne kulak kabartırsanız, Fidel ile Raul, anne bir, baba ayrı yarıkardeşlermiş. Fidel’in atası, Ondokuzuncu yüzyıl sonlarında Ispanyanın kuzey batısındaki Galiçya bölgesinden göç etmiş, Kubanın doğusuna, Santiago taraflarına yerleşip orada şeker kamışı ekimiyle uğraşarak zenginleşmiş biri. Raul’un atasıysa, Kubanın doğusundaki Çinli azınlıktanmış. Görünükte (ekran) seyrettiğim Raul’un neşeli, içten içe gülen, hafîf tertîp alaycı ufak çekik gözlerinin hikmetisebebini anlıyorum. Artık. Chavez insâfsızı üç saat fasılasız konuşuyor. Dedikleri incir çekirdeğini doldurmaz. Bir asırdır solculardan dinley dinleye kusma raddesine geldiğimiz yaveler. Ezen, büzen, sömüren çirkin Amerika imperyalismi v.s. Kâh beline asılıduran kınından maşetesini çekip sallıyor, kâh Simon Bolivar’dan ezbere mısra okuyor. Kızılderili yüzüyle uyuşayazan kırmızı mintanı, arasıra havayı dilim dilim kestiği maşetesi ve habire yaptığı el, kol hareketleriyle bir acayıp yaratık şu Chavez… Yoksa banamı tuhaf geliyor da, haddizâtında halk hareketi önderleri böylemi olur? Bütün bu çocukca —çocuksu değil, ama— hâller ile hareketler, önemli bir hasleti örtbas edemiyor. Meslekten asker olmasına rağmen, adamda muazzam bir söz ile şiir dağarı var. Özellikle de Venezuellalı asker – devrimci – şair Simon Bolivar’a ait şiirlerin hâfızı denilebilir. Kısacası, asker değil de, değme edebiyat uzmanı. Konuşması, uslub ile telâffuzu avâmî olmasına avâmî. Dilbilgisi ama hatâsız. Üç saat konuş, ne dilin sürçsün, ne çeliş ne de yanlış bir söz seç. Şöyle bir düşündüm de, bizlerden biri, sözgelişi siyâsetci kisvesinde konuşaydı, üç saatta otuz lâfı aşmayan bir söz haznesiyle dinleyenleri kâbız ederdi. Dil sürçmeleri, dil ile mantık hatâları da cabası.

22 aralık, Cumaertesi
Kurban bayramının dördüncü ve son günü. Yahya Pedro, İdris, Osman ve ben, başka bir çiftliğe gidiyoruz. Önceki çiftlikte olduğu üzre, araba, Bulgar hududundan tanıdığım utygulamayla ilâçlı havuzdan geçirilerek içeri sokuluyor. Bitmedi. Arabadan iniyoruz. Kireç dolu geniş bir kabın içinden geçiyoruz. Demekki, araba, insan, her ne çiftliğe giriyorsa, dezenfekte ediliyor. Ahıllar, yemlikler, yalaklar, yine, tertemiz ve tertipli. Mezbaha ak fayanslarla kaplı, çelepler, göğüs hizasından ayak bileklerine varan beyaz önlük takmış, işlerini son derece ustaca ve fennî usulle görüyorlar; her şey nizâm ve intizâm içinde cereyân ediyor.
Akşam, Basra körfez şeyhliklerinden birinin kurtuluş yıldönümü kutlamasına dâvetliyiz. Yine İdris’in sürdüğü arabayla bir gökdelen boyutundaki hotel binâsının kapısına varıyoruz. Hotel harikalar diyârı. Giriş bölümünde tropik bitkilerle ve nefîs tersîm edilmiş havuzla karşılaşıyorsunuz. Havuzun sağından yolunuza devâm ederseniz, Havana purosu satan zarîf döşenmiş mağazaya ulaşırsınız; solundan geçerseniz büyük toplantı salonuna girersiniz. Puro mağazasını ayrılma vaktimize bırakarak doğrudan dâvetlisi olduğumuz toplantıya yöneldim. İçerisi ya meşrubat ya da içkiyle hararetini dindirenler ve atıştıranlarla dolu. Hazır bulunanların çoğu millî kıyafetlerini giymiş Araplar. Kubalı dâvetlilerin yanısıra Avrupalı devletlerden de temsilciler var. Kubanın her köşe bucağında olduğu üzre, burası da duman altı olmuş, kesif bir sis perdesiyle kaplı. Tanıştırıldıklarım arasında gençten bir zât olan Ürdün büyükelçisi az ileride sütuna yaslanmış orta yaşlarda, ufak tefekce, narîn bir hanımefendiyi bana gösteriyor. “Büyükelçiniz” diyor. Ardından ona yavaşca yaklaşıyoruz. “Bakınız, hanımefendi” diye büyükelçimize hitâb ederek beni ona tanıtıyor. Turist dışında —2006da bizim buradan Kubaya on bin bin kişi gezmeye gitmiş— Türkün uğramadığı Kubada beni görünce şaşırıyor. Bu karşılaşmadan hoşlanmamış da olabilir. Neyse, kim olduğumu, neden Kubada bulunduğumu kendisine açıklıyorum. Bir süre sohbet ediyoruz. Bende yalnız kalmış olmanın sıkıntısını yaşıyormuş izlenimini bıraktı. Bilindik sebeplerden Araplara yanaşmıyor. Gelgörki, yamandığımız mağrûr Avrupalıysa, temsilcimizi kaale almıyor. Bu, hep böyle olur. Neyse, hanımefendi, Osman ile beni elçiliğe kahve içmeğe dâvet ediyor. Dâvetini ciddiye almıyorum. Baştan savmaymış gibi geliyor bana. Osman ise alıyor. Nitekim onun ısrarıyla vakit ayırıp elçiliğe gidiyoruz. Tam da beklediğim üzre, bizimle görüşmüyor. Sabah sabah ânsızın bir toplantıya katılacağı tutuyor. Türkiye büyükelçisinin Kubada ne menem meşğûliyeti olur? Kim bilir? Aynı sıfatla ziyâret ettiğim başka ülkelerdeki büyükelçiliklerimizde de bu çeşit durumlarla karşılaştığımdan, artık bayağı aşılıyım desem yerinde olur. Elçilik kâtibi, eksik olmasın, ikimize çay ikrâm ediyor. İzzetinefsime dokundu. Osman’a bu yüzden bir haylı çıkışıyorum. O da, “boş ver, üstünde durma, elçimizin tavrı ne olursa olsun, biz, görevimizi yerine getirdik, kendisini ziyâret edeceğimize dair sözümüzü tuttuk ya” diyerek kararını savunup beni teskîn etmeğe çalışıyor. Neyse, olan oldu.

23 aralık, Pazar
İdris’in sürdüğü arabayla sabah sekizde hareket. Ortalık günlük güneşlik. Geniş çift şerit asfalt yolda hızla ilerileyerek Havanadan ayrılıyoruz. Dört buçuk saatlık yolculuk boyunca yolun iki tarafında yığınla insan, gelen geçen taşıtlara el ediyor. Herkes “taşıtlardan biri dursa da beni alsa” dileğiyle yanıp tutuşuyor. Nitekim biz de İdris’in talebi üzerine güzergâhımızın bir yerinde el sallayan genç bir adamı alıyoruz. Arkada Osman’la birlikte oturuyor. İdris’le bol bol sohbet ediyor. Arada Osman ile benim sorularımızı cevaplandırıyor. Menzilimiz Trinidad’da ata yâdigârı deniz ürünleri lokantısı işletiyormuş. Komunist Kubada özel işletmeye nasıl izin verilmiş, aklım yatmıyor. Varsın yatmasın; her şeye de aklım erecek değil ya. Jagüey Grande, Aguada de Pasajeros ile Cienfuegos üzerinden ver elini Trinidad. Kırk beş bin nüfuslu eski, şirin bir şehircik. İki katlı kesme taştan evler arasında daracık sokaklar. Herkes ev önünde yahut sokakta. Trinidad’lı dostumuz, İdris, Osman ve ben, yânî dördümüz, bir kahvehâneye çöküyor, tropik meyveler ile baldan yapılma soğuk meşrubatla bağrımızı serinletiyoruz. Bu arada dört kişilik bir çalgıcı topluluğu Kuba müziğinden örnekler sunuyor. Parçaların nâğmesi, bestesi, güftesi ile dili, tek kelimeyle, nefis. Ne kadar musıkîşinâs insanlar. Dinleti bittikten sonra çalgıcılardan biri çalınan parçalardan oluşan CDsini pazarlıyor. Osman ile ben, birer tâne satınalıyoruz. Boğucu sıcakta sokakları arşınlıyoruz. Kapısı bacası açık evlerin içine, ayıb olduğunu bile bile, bakıyorum. Küçüklüğümde “ev içi mahremdir, sakın ola, bakmayasın!” diye rahmetli babam beni defalarca ikâz etmiştir. Şimdi yanımda bulunmadığına göre açık kapılar ile pencerelerden ev içlerini dikizleyebilirim artık. Sokak araları ile meydanlık mahallerde ev mamûlü elişleri satışa sunuluyor. Arabaya aldığımız genç, üç sularında bizi lokantasına götürdü. Üç yanı iki katlı evle, dördüncü tarafıysa bağçe duvarı ve hemen arkasında kocaman gövdeli bir ulu ağaçla çevreli avluda oturuyoruz. Norveçten, İngiltere ile Fransadan gelmiş üç aile yemek yiyor. Hizmet edenler aileden, yakın yahut uzak akrabâdan. Neler yemiyoruz ki? Bir kere, gayet tabîî, balık; sonra, midye tava ile ıstakoz, yeşil salata. Envâî çeşit yemiş, nihâyet Kuba kahvesi. Lokanta faslı bitti. Cohibanınki başladı. Lokanta sâhibi genç, Osman ile beni bir ara sokaktaki küçük eve soktu. Köşe bucak puro kutularıyla dolu. Osman ile bana birer kutu puro satıyor. Biraz hediyelik satınaldıktan sonra beş sularında oyuncağı andırır ve arnavutkaldırımlı küçük sokaklar ile evlerin şehri Trinidad’dan ayrılıyoruz. Geldiğimiz güzergâhı takîb ediyoruz. Sağ tarafta Doğu Kubanın orman kaplı dağları görünüyor. Yolda at arabaları ile, iki de bir, atlı yanımızdan geçiyor. Güneş batmak üzre. Hava kararıyor. Sağımızdan ay doğuyor, solumuzda güneş batıyor. İdris gazlıyor, hızımız yüz kmye çıkıyor. Osman daha yavaş gitmemizi istiyor. Öyle gidiyoruz… saatte altmış km. Gelen bizi geçiyor. Bu arada, bilmem ne bakanı ailesiyle eski püskü bir Lada marka arabayla bizi solluyor. Bakan dediğin, böyle arabaya nasıl biner? Bir Kubalı yetkili “bizde ortalama aylık $20; Comandante Fidel’nin aylığıysa, $90” diye anlatmıştı. Üç beş yıl öncesine değin maaşından ev kirası ile parti üyelik aidatını dahî ödermiş. “Son yıllarda, hastahânede kalmadığında, başkanlık konutundaki çalışma odasında geceler.”

Beş altı arabadan oluşan bir taşıtlar kervanı bizi sağlayıp sollayarak geçiyor. Hugo Chavez ve Raul Castro’lu topluluk Santiago de Cuba’dan Havana’ya (yaklaşık bin km) yol alıyor. Taşıtların en zarîfi, bizimkinden, yânî KİA. Chavez ile Raul onda seyâhat ediyorlardır. Gece oldu. Ama mehtâpla ortalık, ışığa boğulmuş hâlde. Elbette gündüzki manzara yok artık. Alabildiğine uzanan o şeker kamışı ile mısır tarlaları, çeltik, bostan; muz, ananas, papaya gibi, envâî çeşit tropik yemiş ağaçlar filan. Her yan yeşil; bir karış kara kuru toprak bulamazsın. İnsanlar gibi hayvanlar da ağır çekim. Bizim de yol alışımız Osmanımın tedbirliliğinden dolayı öyle yavaş, öyle ağır aksak ki, içimdeki sabır devreleri hani neredeyse attı atacak. İdris’e eğilip kısık ama had safha sinirli sesle “beni çığırımdan çıkarmadan şu gazı bi’kökle bakayım!” dedim. “E, ama Osman, yavaş demedimi?” diye sorunca, ağzımdan kem lâf çıkar kaygısıyla sustum. Tekrar yüz km.ye çıktık. Sabırlı ve sinirlenmeyen insanlar. Onların bu huyuyla Güney doğu Asyadan âşinâyım. Anlaşılan, sabır, sinirlenmeme ile nâziklik, sıcak iklim insanlarının ortak paydası. Ne var ki, siyâsî nizâmın da bu huyun ortaya çıkmasındaki payını unutmamak lazım. Sermâyeciliğin öngördüğü o öldüresiye ve ölesiye rekâbet fikri yok, bir kere. Herkes boğaz tokluğuna bi’şeyler çeviriyor. Berbat durumda olsa dahî, başını sokabileceğin bir damın var. Hastalanır, sakatlanırsam, yaşlanıp da elden ayaktan düştüğümde hâlim nice olur türünden endîşeye mahal yok. Nitekim, bundan iki gün önce, seyâhatimiz arefesinde dostum adaşım Dr Şaban Coşkun beğ sâyesinde Istanbulda sırtıma atılan üç beş dikişi aldırmak maksadıyla Yahya Pedro beni Havanada bir hastahâneye akşam saat altı buçukta götürür. Bir hanım hekim on dakkada dikişleri söktü. Geldiğim gibi elimi kolumu sallayarak çıktım. Benden ne bir sıgorta soruldu ne de ücret taleb olundu. Yalnızca hanımın avcuna on peso bahşiş sıkıştırdım. Dünyalar kadınındı. Düşündüm ve Kubalı tanıdıklara da söyledim: Şu toplumcu düzen, birkaç fırça darbesiyle düzeltilirse, İslâmın dünyaya dönük tertibi, nizâmı olabilir. Bu, içi dinden, imândan ve maneviyâttan boşaltılmış bir düzen. İçi bir fasıl İslâmla doldurulmayagörsün, bahis konusu düzen, mübâlağasız, her derde devâ olur. Bu, gerçekleşmezse, Toplumculuğun, diğer yerlerde olduğu üzre, Kubadaki günleri de sayılı olacaktır. İlk zamanların heyecânı, ülkü dolu çoşkunluğu çoktan uçup gitmiş, geriye içeriğinden boşalmış kalıplar, yânî şiar (slogan) edebiyatı kalmış olur. Manevî içerikten yoksun bütün dünyevî akımlar, çığırlar ve benzeri olaylar böyle bir kaderi paylaşırlar. Sürekli devrimden dem vururken Mao haklıydı. Tâze heyecân ile çoşkunluk pompalanmadımı, o dünyevî akım, ister Nazism, ister Faşism isterse Ortakmülkcülük/Komunism olsun, kısa sayılabilecek süre sonra solar, kurur gider. İnsanın en zayıf noktası, beşerliliğinin merkezi işkembesidir. Sermâyecilik/Kapitalism, beşeri işkembesinden yakalamış, onu bir daha bırakırmı? Belden aşağısına hitâb ederek sermâye düzeni, beşer ile dünyasının kanını durmadan dinlenmeden emip durmaktadır. Kubada kurulu düzen bir zaaf belirtisi gösterir de dizginleri salarsa, bunları bir daha toparlayamaz. Gelgelelim, dinî–manevî dayanağı desteği bulamadığı takdîrde Kuba toplumculuğu yanıbaşında duran Sermâyecilik heyyûlâsı karşısında silâhsız korumasız kalmağa mahkûmdur. Cep gibi, INTERNET gibi uyuşturuculara, çeşit çeşit araba markasına, her türlü giyim kuşam, yiyecek içecek neviinden tüketim maddesine daha ne kadar direnebilecek. Leş kargaları Miami’de aleste bekliyorlar. En ufak fırsatta masum ve saf Kuba halkının gözünü oymak üzre saldıracaklardır.

24 aralık, Pazarertesi
Gün boyu şehirdeyim. Yorgun argın hotele dönüyorum. Ne var ki, dinî hayatın nasıl yaşandığını merak ediyorum. İki çeşit insanla biraraya geldik. Süreklice birarada bulunduğumuz ihtidâ etmişlerin yanında, aradabir resmen dinsiz imânsız olması lazım gelen yetkililerle görüşüyoruz. Ama burası devrime değin resmen Hırıstıyan Katolik memleketti. 1959 – 1991 arasında tanrıtanımaz, 1991den sonra da tanrıtanımazlık (ateism) iptâl olunarak dindışılığa (laik) dönülmüştür. Merak ediyorum, sokaktaki erkeğin, kadının alışılagelinmiş Katolikliğe tavrı nasıl. Bunu insanları sokak ortasında durdurup onlara sormak edebe, terbiyeye muğâyir olacağından, gece kiliselerden birini ziyâret etmeğe karar verdim. Neden bu gece? Noel gecesi de ondan. Bakalım, Havana’nın en büyük kilisesi (katedral) ne kadar doluyor. Ahâlî oraya ibâdetemi gelmiş yoksa gösteri seyretmeyemi? Hotelden anayola çıkıyorum. İn cin top oynuyor. Yaya cinsinden kimse yok; taşıt seyrek. Dört yol ağzında bir saate yakın bekliyorum. Nihâyet hotel tarafından gelip şehir yönüne sapan gıcır gıcır bir passadena VW taksiyi durdurdum. Bindim. Genç sürücüye beni kaça götüreceğini soruyorum. “12 peso” diyor. “Nasıl?!” diye soruyorum; “12 pesomu?; nasıl olur?; üç saat önce aynı mesâfeye 8 peso ödedim.” “Peki” diye soruyor, “hangi marka arabayla geldin?” “Ne diyorsun?; ücret markaya göre değişirmi?” “Değişir ya; külüstür Lada başka, şu bindiğin terütâze passadena yine başka; bunun bakım masrafı ve rahatlığı ile onunkini bir kıyasla bakayım!” Ne diyeyim? İşim mantıkla, ama mantığın böylesiyle hiç karşılaşmadım. Evet, bindik seyyareye, gideriz Havana’ya. “Nereye?” diye soruyor. “Kiliseye” diyorum. “Ne kilisesi yahu?” “Bugün Noel değilmi? Büyük bir kiliseye götür beni.” “Hırıstıyanmısın?” “Değilim.” “E, n’eyleyeceksin kilisede?” “Noel âyînini seyredeceğim.” “Seyredecek daha ilgi çekici bir şey bulamadınmı?” “Peki, ne seyredeyim?” “Bak, seni bizim gece âyînimize götüreyim de, esâslı bir ibâdete şâhid ol.” “Şâhid olacağım âyînin dini neymiş ki?” “Kubada yaygın Afrika dinlerinden Santeria. Menşei Nijeryanın Yoruba yöresidir. Bu gece Kubanın kutsal annesi Oçun’a ibâdet ediliyor. Gel seni ibâdet yerine götüreyim Benzerine bir daha rastgelmeyeceksin.”

Havana’nın merkez meydanında, devrim öncesi meclis binâsının karşısında beş katlı görkemli bir yapının dördüncü ile beşinci katlarını Santeria dininin ibâdetlerine tahsîs etmişler. Sürücünün arkasından kocaman bir odaya giriyorum. Ortalık fazlaca aydınlatılmamış. Genzi yakan tütsü; yine kumaştan ve kâğıttan birsürü kukla yahut bebek, duvar dibi masalarda envâî çeşit yiyecek ve içecek arasına serpiştirilmiş. İrili ufaklı davullardan, tamburdan, dümbelek ile zillerden sağır edici gürültü patırdı. Dev anası koca koca kadınlar zılgıt çekiyor. Bir şey içip çekmenize hacet yok. Serhoş etmeğe gürültü yetiyor. Yıllar önce Güney doğu Anadolunun ücrâ bir köşesinde tanık olduğum Yezidîlerin âyînini bu, bir ölçüde andırmakta. Zâten yeryüzünün dört bir köşe bucağında tanık olduğum nice olay bana yabancı gelmemişse, benzerleriyle Türkiyede karşılaşmış olmamdandır. Türkiye, yeryüzünün ufak çapta timsâli gibi bir şey.

Ananas ile papaya karışımı bir içecek alıp köşelerden birindeki yastıklara çöküyorum. Yiyeceklere el sürmüyorum. Açım; ama neme lâzım. Ritim hızlanıp ses gücü artıyor. Büyük ihtimâlle içki de var. Korkuyla köşeme sinmiş, hiçbir şeye dokunmuyorum. Neye dokunsam beni yakacak endîşesine kapılmışım. Benden gayrı herkes meydanda; hopluyor, zıplıyor, kıvır kıvır kıvrılıyor. Duvarlardan birine tuhaf şekiller çizilmiş, daha doğrusu çiziktirilmiş. Tanrıları, özellikle de tanrıça Oçun’u temsil ediyor olmalılar. Put gibi yerime mıhlanmış oturuyorum ya, kimse bana yanaşıp “bre adam, ne oturuyorsun?; kalksana, sen de bizlere katılsana!” demiyor. Beni rahatsız etmeği bir yana bırakınız, neredeyse varlığımdan habersiz gözüküyorlar. Ortam iyice kızışmış görünüyor. Gümbürtüye, patırdıya ve çılgınca ritmik hareketlere artık dayanamıyorum. Usulca yerimden kalkıp kimseye sezdirmeden kapıya yöneliyorum. Sürücüm beni hotele geri götürecekti. “Boş ver, varsın götürmesin” dedim kendikendime. “Şuradan sağ sâlim kapağı bir dışarı atayım; başka bir şey istemiyorum.” Sokağa çıkıyorum. Gecenin serinletici melteminde öylesine amaçsızca yürüyorum. Of be, dünya varmış! Ara sokaklardan birinde tül perdeleri çekilmiş bir taverna. Bir zencî durmuş, içerisini seyrediyor. Ben de yanına dikilip camdan içeri bakıyorum. İçeride ecnebî gezginler oturuyor. Önlerinde bir dans pisti, onun az ilerisinde yüksekce bir sahne. Sahnede beş kişiden oluşmuş çalgıcı topluluğu kâh hareketli, kâh ağır Kuba havaları çalıyor. Pistte bir genç zencî erkek ile kadın dans ediyor, birbirinden kıvrak harikulâde hareketler icrâ ediyorlar. İkimiz de ayran budalası gibi bakakalmışız. İçeridekiler, kim bilir ne paralar ödemişlerdir. Bizse bedâva seyrediyoruz. Vay anam vay; şu Kuba ne dehşetengîz bir diyârmış meğer.

dscf3862.jpg

 25 aralık, Salı
Yahya, İdris, Osman ile ben, devrim öncesi başkanlık sarayı, şimdiki devrim müzesini geziyoruz. Alışılmış Fidel ile Che resimleri ile posterleri, bıktırıcı şiarlar, propaganda ilânları v.s. Yahya, heyecân ve hayranlıkla açıkladıkca açıklıyor. Hava boğucu, dayanılmaz bir rutubet. Müdhiş susamış ve yorulmuşum. Yahya’nın bitmez tükenmez açıklamalarını, daha doğrusu nutuklarını Osman’a tercüme edecek mecâlim kalmadı artık. Neslimin çokca alışık olduğu toplumcu edebiyata âşîna olmadığından, Yahya’nın dediklerini Osman anlamak istiyor. Haklıdır da. Ama ne yapalım, benden bu kadar, kardeşim. Var, bundan sonrasını da anlamayıver. Sâdece, müzede bir resim ilgimi ziyâdesiyle çekiyor. Devrimin ilk günlerinde Havana sokaklarında açık hava mahkemeleri kurulmuş. Eski düzenin birtakım muteber adamlarını meydanın ortasına dizmişler. Onları üniformalı kadınlı, erkekli devrim erleri çevrelemiş. Etrâf mahşer. Kadınlı erkekli kalabalık, ortaya yığıştırılmış adamları işâret parmaklarıyla gösterip suçluyor. Bir sonraki resimde kafalarına kurşun sıkılarak adamların hemen oracıktaki idamı gösteriliyor. Yahya, “işte bu, olmamalıydı; herkesin gözü önünde böyle şeyler cereyân etmemeliydi; korkunç!” diyor. Evet, şu manzara devrimlerin çirkin, öyleki iğrenç yüzü. Manzaranın benzerine nitekim, 27 mayıs sabahı tanık olmuştuk. Koca göbekli gebeş kadınlar bile sabahlıklarıyla sokaklara dökülüp gencecik harbiyelilere sâbık ve sâkıt Demokrat Partililerin evlerini göstererek onların tutuklanmalarını taleb ediyorlardı. Devrik hükümetin içişleri bakanı, bilâhare hakarete ve işkenceye dayanamayarak, intihâr eden Nâmık Gedik beğefendinin, çöp kamyonunda göğsüne dek pisliğe batmış hâlde önümden geçişini hatırlıyorum. Neyse ki, o gün sokak ortası infâzlara şâhid olmadık. Allah, bizleri devrimlerin, içsavaşların şerrinden korusun! Bu duam dileğim, devrimi yapanlara da geçerlidir. “Kılınç çekenin ölümü kılınçla olur” demiş Hz İsâ. Kanla, ateşle işbaşına gelenler, yine aynı yoldan uzaklaştırılırlar da ondan. Bu, adetâ bir doğa yasası.
Nihâyet vedâ vakti gelip çattı. Bir hafta, bilemediniz on gün önce tanıştığımız Yahya Pedro ve İdris’le kırk yıllık dostmuşuzcasına sarmaş dolaş vedâlaşıp arkamıza baka baka onlardan ayrılıyoruz. Ne tuhaftır şu hayat; geldiğimiz yerin yurdunkileri geride bırakıp bunca kısa sürede onların dertleri, sevinçleri ve dedikodularıyla hemhâl olmuşuz. Tanışarak sevip saydığımız aileleri ile dostlarına selâm gönderiyoruz.

dscf0173.jpg

 Yakında yeniden buluşmak üzre Allahaısmarladık, can dostlarımız, ey candan Kuba halkı. Cam arkasından bakan gezgin gibi değil, çam sakızı çoban armağanı kabîlinden sizlere hizmete geldik. Sizler de ikimizi bağrınıza bastınız, bize kendinizden birileriymişizcesine davrandınız; sağolunuz, varolunuz!