İHH İnsani Yardım Vakfı
0
Bağış Yap
Takip Et
TR
TRY
Kapat
  • Biz kimiz
  • Ne yapıyoruz
  • Ne yapabilirsiniz
  • Oturum aç
Pankisi’de rahmet kapıları
Kurban 13.02.2013

Mustafa Öztürk

Allah diyor ki: “Geçti gazabımı rahmetim!”

Bir merhamet heykeli mahzun bakışlı yetim...


Pankisi vadisi Gürcistan’da, Gürcü-Çeçen sınırında ve Tiflis’in 190 km. kuzeydoğusunda yer alıyor. 65 km. uzunluğa sahip olan vadide Çeçenistan’daki savaştan dolayı bölgeye sığınan 8-12 bin civarında Çeçen mülteci yaşamakta.

Kurban bayramı vesilesiyle bulunduğumuz bölgede hem bize emanet edilen kurbanlarımızı kesiyor hem de Allah’tan başka kimseden korkmayan, Kafkasya’nın o yiğit evlatlarının yetim çocuklarını ziyaret ederek, kendilerine yetim aidatlarını takdim ediyor ve bayramlık hediye ediyoruz.

Pankisi’de ziyaret ettiğimiz yetim çocukların her birinde ayrı bir hikâye var. Öyle dokunaklı hikâyeler ki bunlar, insan kendini bu kadar dramın içinde bulduğuna inanamıyor. Rusların Çeçenlere yaptığı inanılmaz zulmün bir boyutunu canlı yaşıyoruz. Sadece bu bölgede onlarca yetim çocuğumuz var. Birçoğu büyükanne ve büyükbabasıyla beraber yaşıyor. Kiminin babası şehit, annesi Rus hapishanelerinde kayıp; kiminin hem anne hem babası şehit, amcasının yanında kalıyor. Kiminin her ikisi de kayıp…

Her ailede kayıplar var. Ah! Kayıp olmak ne acıdır. Hep beklenir, bir gün geri gelecek diye. Ama çoğunlukla geri gelen olmaz. Aklıma, geçtiğimiz mayıs ayında Afganistan’da düşen uçakta şehit olan Aynuddin geliyor. Çok küçük yaştayken, Ruslar babasını alıp götürmüş. Yıllarca beklemişler, bir gün döner diye ama nafile. Ne dönen var ne de bir haber.

Bir kadın elimden tutmuş, ağlamaklı bir sesle bir şeyler söylüyor. Yüzü elma kurusu gibi buruşmuş bu ihtiyar kadın, üç yetimin büyükannesi. Ağlamamaya çalışıyor. Gözlerinin kıyılarını hüzünlü bir kızarıklık ile şişiren yaşları hapsetmek için tüm sabrını eline almış, sıkıyor. Bana öyle bir bakışla bakıyor ki, ölüme mahkûm olduğundan haberdar olan bir hasta, aynadaki hayaline ancak öyle bakabilir. Belki de ömrünün son deminde, üç küçük torunuyla baş başa kalmış bu ihtiyar kadın, kendisinden sonra küçük yavrucaklara sahip çıkacak birilerinin olduğunu görerek huzur buluyor. Ayrılırken duygularına daha fazla hâkim olamıyor. Elimden tutup kendine doğru çekiyor, sarılıyor. Artık ben de daha fazla dayanamıyorum, gözümden yaşlar boşalıyor.

Ardından başka bir eve doğru yola çıkıyoruz. Karanlık iyice çökmüş durumda. Bugün, ziyaret edebildiğimiz kadar çocuğumuza ulaşmaya karar veriyoruz. Bir kapıdan daha içeri giriyoruz. Yine bir nine karşılıyor bizi. Sonra evin içinde hasta yatağında yatan ihtiyar delikanlıyı görüyoruz. Delikanlı diyorum, çünkü adam gibi yaşamış bir ihtiyar bu. Kahraman, gözü pek, destanlar yazan evlatlar yetiştirmiş. Hayat ağacını kemirip duran hastalık kurdu, bu ihtiyar delikanlının yanaklarını çökertmiş, dudaklarını soldurmuş, boynunu inceltmiş, ellerini iskelet haline getirmiş. Belli ki amansız bir hastalığın pençesinde. Belki de bu küçük yetim kızımızı çok yakında büyükannesiyle baş başa bırakacak. Bayramlarını kutluyor, hâllerini hatırlarını sorup, yetim aidatlarını teslim ediyor, diğer yavrumuzun evine doğru yola koyuluyoruz.

Gün boyu yanımızdan hiç ayrılmayan Ahmet’in evine geliyoruz. Ahmet kim mi? Küçücük yaşında çizgi filmlerden Türkçeyi öğrenmiş bir zeki çocuk. Türkiye’ye hiç gelmemiş. “Ahmet,” diyorum, “baban nerede?” “Bilmem.” diyor. Babasını Ruslar götürmüş. Nerede olduğunu, hayatta olup olmadığını bilen yok. Boğazıma düğümleniyor bütün kelimeler, seslerin dünyasına geçemiyorum. Uçsuz bucaksız bir sessizlik, ortamı kaplıyor. Çocuklar değişiyor, ama manzaralar hemen hemen aynı kalıyor. Evine geldiğimiz için çok mutlu. Etrafımızda dört dönüyor. Bize meyveler, cevizler, çörekler ikram ediyor.

Ziyaret ettiğimiz bütün çocuklarımızda, bazı gözlerde yaş, bazılarında hüzünlü bir gülümseme, bazılarında derin bir durgunluk var. Dillerini anlamasam da, hepsinin duruşları aynı dili konuşuyor. Bazen çok neşeli, hiç umursamıyor görünseler de, içlerinde kapanmayan yaraları var. Belki maddi sıkıntılarını bir nebze giderebiliyoruz, ama onlar, başlarını okşayacak bir babadan, koynunda uyuyup, kokusunu bütün hücrelerinde hissedebilecekleri bir anneden yoksun; her biri bizler için birer rahmet kapısı gibi…