
Bayramın 2. günü sonsuz pirinç tarlalarının içinde yolculuklar yapıyoruz. Yollar çok kötü olduğu için 1 saatte gidebileceğimiz yere 5 saatte varıyoruz. Burada Muhammed’le konuşmaya çalışıyorum. Olaylar yeni başladığı için ailesini merak ediyorum. Bir süre sonra kendisi anlatmaya başlıyor: "Myanmmar ordusu bizim köye de saldırmış, annem ve kardeşim köydeydi. Haberi aldıktan sonra onlara ulaşmaya çalıştım. Annem Bangladeş'e kaçabilmiş ama kardeşime ulaşamadım. Öldü mü yaşıyor mu bilmiyorum."
Bu cümleleri ömrüm boyunca unutabileceğimi sanmıyorum. Yanımda kardeşim dediğim bir genç oturuyordu. Kimleri bile kaybettiğinden habersiz bir başka ülkede mülteciydi fakat benim onun için yapabileceğim tek şey, “Üzülme.” demekti.
Yolculuğumuz boyunca birçok farklı hisse kapıldım ama en ağır geleni utançtı. Sonraki günlerde de geçmedi bu utancım. Arakanlı Müslümanların yüzlerine bakmaya, göz teması kurmaya utandım. Onlara yardım etmeye gelmeştik fakat yeterince bir şey yapamadığım hissiyle utandım. Kendilerine en çok yardım yapan ülke Türkiye’ydi ama bu da utancımı azaltmıyordu. Sahip olduklarımdan utandım, üzüldüğüm, kızdığım şeylerden…
Dünyanın bir ucundaki kardeşlerimiz katliamlarla, yoklukla iç içe yaşıyor. Çok şükür ki seslerini duyan bir Türkiye var fakat gelip görünce yapılan yardımların yeterli olmadığını anlıyorsunuz. Bir şeyler yapmalı bu insanlar için, daha fazla tanımalı, daha fazla el uzatmalıyız. Belki o zaman bu utancı atabilirim üzerimden.