Bir kadın yanaşıyor yanımıza ve anlatmaya başlıyor. O anlattıkça hafifliyor, biz dinledikçe ağırlaşıyoruz. Bize bıraktığı yük kaldırılacak gibi değil.
Bangladeş’te Arakanlı Rohingyaların yaşadığı kampa girişte dikkatimi çeken ilk şey çocuklar oluyor. Bizi görünce etrafa kaçışan, çoğu çıplak çocuklar. Saklandıkları kuytulardan gelen hıçkırık seslerini duyuyoruz sonra. Köylerinde yaşadıkları vahşete sebep olan eli kanlı çetelerin, minik yüreklerinde bıraktığı derin travmayı üzerlerinden atamamışlar. Gelen her yabancıdan korkuyorlar.
1400 sene öncesinin çilekeş sahabelerine gidiyor aklım. Kampta binlerce Habbab Bin Eret’le karşılaşıyorum. Sazdan kotarılmış kulübe önlerinde, birbirinden kederli hikayeleriyle oturuyorlar. İşkenceden, zulümden, baskıdan kaçmış ama bir türlü ensarlarını bulamamış kardeşlerimi görüyorum.
Kampa ulaştığımız ilk andan itibaren bir teyze takip ediyor ekibimizi. Eşimin yanına sokuluyor ürkerek. Hızlı hareket ettiğimiz için geride kalıyor bazen. Meydana ulaşınca, etrafı gözlemleyebilmek için duruyoruz. Teyze yeniden eşime yaklaşıyor ve ellerine dokunuyor. Bir şeyler anlatmak istediği belli. Tercüman bulup dinliyoruz. Bir şey istemiyor teyze, bir talebi yok. Sadece derdini anlatacak birine ihtiyacı var. Çünkü bir yandan kamptaki herkes kendisi kadar dertli öte yandan misyonerlere anlatılacak gibi şeyler değil yaşadıkları. Kendisi gibi başında örtüsü olan, alnı secdeye gidenlerle paylaşılabileceği şeyler bunlar. İçindekini dökmese, derdini anlatmasa patlayacak gibi.
“Bana ve kocama çok işkence yaptılar” diyor. “Malımıza mülkümüze el koydular. Tecavüze uğradım.” Eşinin, yaşadıklarından dolayı akli dengesini yitirdiğini söylüyor. Yaşlı gözlerini silip, yüzünü ekip arkadaşımızın göğsüne bastırarak teselli olmaya çalışıyor.
Kampın lideri giriyor araya. “Bizim derdimizden siz anlarsınız. Misyonerler geliyor ama bizim ilacımız onlarda değil” diyor.
Misyonerler kamptaki Arakanlı mültecilere iki kilo pirincin yanında bir de İncil veriyormuş.
Daha önce gittiğim ülkelerde tanıştığım, gencecik delikanlılar geliyor gözümün önüne. Adı İbrahim, Muhammed olan ama boyunlarındaki kolyelerin ucunda haç taşıyan gencecik çocuklar.
Oralarda olmamızın ne kadar önemli olduğunu fark ediyorum bir daha. Bunu gittiğim her yeni ülkede, her yeni faaliyette pekiştiriyor birileri. Bizim gitmediğimiz yerlere başkaları gidiyor ve bizim olanı çalıyor.
Şimdi Arakan’dan geldiğimi duyan dostlarım “hoş geldin” diyorlar. “Hoş bulduk ama daha dönemedim.” diyorum onlara. Zulümden kaçıp kurtulan ama yaşadığı travmadan kurtulamayan çocuklar gibi Balu Khali kampındayım hâlâ. Orada ensarını bulamayan; dağlardan topladıkları otlarla, yapraklarla karınlarını doyurmaya çalışan muhacir kardeşlerimin yanından dönemedim.