İHH İnsani Yardım Vakfı
Ana Menü
Biz kimiz
Ne yapıyoruz
Ne yapabilirsiniz
Oturum aç
Bağış Yap
Türkçe
Türkçetr
Englishen
العربيةar
TRY
try
usd$
eur
gbp£
XFacebookInstagramYouTube
Bağış Yap
Türkçe
Türkçetr
Englishen
العربيةar
TRY
try
usd$
eur
gbp£
XFacebookInstagramYouTube
Yeniden bir bütünüz
Kurban 13.02.2013

Doç. Dr. Berdal Aral

Ortalık Müze’sine gidiyoruz. ‘Milli’ müze niteliğindeki bu müzede Kazak tarihine ve kimliğine ilişkin kültürel, sanatsal, arkeolojik ve antropolojik unsurlar sergileniyor. Dikkatimi çeken şeylerden birisi, Rusya’yla ortak geçmişe ilişkin genelde olumlu unsurların ön plana çıkarılması, buna karşılık Rus ve Sovyet mezaliminin adeta hasıraltı edilmesi…Burnunun dibindeki devasa Rusya’ya karşı hakikatin önemli bir kısmını gizlemek zorunda kalmak, herhalde Kazaklara çok acı veriyordur!

Müzeden çıkıp Almatı’yı yukarıdan temaşa edebileceğimiz Kırktepe’ye doğru yol alıyoruz. Tepede büyük bir elma heykeli var. Nedenini soruyoruz? Yanıt göz açıcı: “Çünkü Almatı, Elmanın Atası anlamına geliyor.” Öğrendiğimize göre, 17 milyon nüfuslu Kazakistan’ın üçte ikisi Müslüman; geride kalanların büyük çoğunluğu Ortodoks Ruslar. Ama pek çok başka halklar da burada yaşıyor. (Özbekler, Ukraynalılar, Uygurlar, Tatarlar, v.s.)   Ülke yönetimi, dinler arasında belli bir denge gözetme gerekçesiyle, Kurban Bayramı tatilini yalnızca bir günle sınırlandırmış!  2 milyon nüfuslu Almatı’da ve gezdiğimiz diğer şehirlerdeki camilerin hayret verici azlığı da, bu toprakların ‘Müslümanlara ait olduğu’ hissine ulaşmayı âdeta imkansız kılıyor.

Bir müddet sonra ikindi namazını eda etmek üzere Almatı’nın en büyük camisi olan Ortalık Camiine gidiyoruz. Cami cemaatinin çok büyük çoğunluğu gençlerden oluşuyor. Çok samimi ve heyecanlı oldukları gözleniyor. Bazı gençlerle camide sohbet ediyoruz. Gençlerden birisinin şu sözleri yüreğimizi âdeta bıçakla kesiyor: “Biz Türkleri Müslüman biliyoruz. Lakin ülkemizde popüler olan bazı Türk dizilerinde İslama öylesine mugayyir şeyler var ki, bunlar ne yazık ki insanımızı ifsad ediyor.” Diyecek sözümüz yok…

Akşam namazını da bu camide cemaatle kıldıktan sonra Sancak isimli bir Türk lokantasına gidiyoruz. Uzun bir masanın etrafında Türkiye’den bu diyarlara gelen tüccar, ilim ehli ve öğretmenlerle hasbihal ediyoruz. Yüreğimizde ortak hissiyatımızın akışını hissediyorum bu mekânda. Türkiye halkı olarak galiba birbirimizle Osmanlı sonrasında hiç olmadığı denli bütünleşiyoruz. Evet, hiç kuşku yok, doğru yoldayız! Söz arasında 500 bine yakın Müslüman Kazak’ın, misyonerlerin durdurak bilmeyen çalışmaları ve yoksullara rüşvet kabilinden verdikleri maddi destek neticesinde Hristiyan olduğu söyleniyor. Üzülmemek elde değil!...Neler yapılabileceğini konuşuyoruz: en öncelikli tedbir İslamın en güzel ve etkili şekilde anlatılması herhalde.

16 Kasım Salı günü bayram namazı için sabah erkenden Ortalık Camiine gidiyoruz. Camiye girerken polis tarafından sıkı bir arama yapılıyor. Kapı önünde yığılmış kalabalıklar, bu tedirgin bekleyiş içinde soğuğa karşı da direnmeye çalışıyor.  Nihayet giriyoruz…Cemaat tüm avluyu doldurmuş, samimi bir huşu içinde ruhlarımıza bayram ettiren Kur’an tilavetini dinliyor. Burada İslama yürekten bağlanmış ve fakat birçoğu muhtemelen yeterli ilmihal bilgisi olmayan bu insanlar,  belki de imanın öncelikle yürek işi olduğunu hatırlatıyor bizlere.

Kargalı’ya doğru yola çıkıyoruz. Bugün bayramın birinci günü. Medresenin bahçesindeyiz. Onlarca genç İHH’nın bağışladığı kurbanlık inekleri elbirliğiyle kurban ediyor ve sonra parçalara ayırıyor. Yaptıkları işe kendilerini alabildiğine kaptırmışlar.  Kargalı’da üç gruba kurban etleri dağıttık: Kur’an kursu talebelerinden aileleri yoksul olanlar; buradaki öğrencilerin bir kısmının gittiği bir okuldaki yoksul öğrenci velileri; bir mahalledeki muhtarın saptadığı yoksul aileler. Etler dağıtılırken ana-babaların mutlulukları gözlerinden okunuyor.

Et dağıtımı sırasında bir ara verip Akbala isimli yaşlı bir kadının evine gidiyoruz. Gözyaşları içinde mağdur durumda olduğunu anlatıyor bize. Bu dul hanım oğlu, gelini ve torunlarıyla yaşıyor. Oğlu Osman ne yazık ki 10 yıldır yatalakmış; üstelik son dönemde görme yeteneğini de kaybetmeye başlamış. Yatağa mahkum Osman kardeşimiz yine de müthiş metanetiyle bizi çok etkiliyor. Kendilerine yardım bırakılıyor.

Ardından akşama doğru Almatı’ya dönüyoruz. Yol boyu türbe gibi yapılmış şaşaalı mezarlar dikkatimizi çekiyor. “Bu ne israf böyle!” diyerek içimden serzenişte bulunuyorum mezar sahiplerine. Oysa sonradan öğreniyorum ki, Kazakistan’ın birçok bölgesinde mevcut olan bu tür mezarlar, Sovyet döneminde camiler, türbeler ve medreseler birer birer kapatılırken, bu bahtsız ülkenin Müslüman kimliğinin nişaneleri olarak inşa edilmiş.

Aynı akşam Çimkent’e gitmek üzere trene biniyoruz. 14 saatlik yolculuktan sonra sabah Çimkent’e ulaşıyoruz.

17 Kasım Çarşamba günü Dar-ül Erkamın idare ettiği medreseye geliyoruz. Bu medresede 54 talebe var. Buradaki arkadaşlar belli ki çok güzel hazırlık yapmışlar. Herşey tıkır tıkır işliyor. Kısa bir süre sonra paketlere konmuş etleri oraya gelen yoksullara dağıtıyoruz. Onların içlerinde bulunan bir ‘aksakal’ da bize anlamlı bir konuşma yapıyor, dua ediyor.   

1 milyon kadar nüfusu olan Çimkent tarihi yönü güçlü sayılabilecek bir şehirmiş. Öğleden sonra Dar-ül Erkam’ı maddeten ve manen destekleyen bir grup Kazak işadamıyla, içlerinden birisinin evinde buluşuyoruz. Mükellef bir sofra donatmışlar. Masada bir kuşsütü eksik; lakin atsütü (kımız) var.  Kazak geleneklerine göre, masa, daha başlangıçta, ikram edilecek tüm yiyeceklerle donatılır. Yemek, meyve, tatlı ve çerez birlikte yer alır. Ve evsahibi misafirin tabağına bir yiyecek koyduğunda, onu yemesi bir nezaket gereği olur. Bu dubleks evin üst katına çıkıldığında, cemaatle namaz kılmak için geniş bir mekanın boş bırakıldığı görülüyor. Bu bilinçlilik halinden müthiş etkileniyorum.  

Oradan çıktıktan sonra Ahmet Yesevi hazretlerinin annesi Karaşaş Ananın ve babası İbrahim Ata’nın türbelerini ziyaret ediyoruz. Sonra bir yoksul aileye misafir oluyoruz. Evin reisi kısa bir süre önce vefat etmiş. Taziyelerimizi sunuyoruz. Aileye yardım yapılıyor. Çimkent’te yoksul sayılabilecek epeyi aile var gibi. (Ne var ki, Kazakistan’da mutlak yoksulluk sınırında olan yoksulların sayısı fazla değil galiba. Bu biraz da devletin etkili sayılabilecek bir sosyal güvenlik sistemi  kurmuş olmasından kaynaklanıyor muhtemelen.)

18 Kasım Perşembe. Yüzölçümü Türkiye’nin üç katından fazla olan Kazakistan’ın toprakları geniş ama verimli araziler çok az. Et dağıtımının yapılacağı medreseye geliyoruz. Sonra et paketlerinin gelmesini bekliyoruz. Paketleri oraya gelen yoksul ailelere dağıtıyoruz. Onlar mutlu, biz mutlu…

Öğleden sonra Kazakistan’ın ve Türkiye’nin birlikte kurduğu Ahmet Yesevi Üniversitesine gidiyoruz. Türk Rektör Vekili Prof. Mahir Nakip bey bizi ofisinde ağırlıyor. Müthiş sıcak kanlı, kibar ve sevecen birisi. Bize üniversiteye dair projelerini anlatıyor. Son dönemde kaliteyi arttırmak için öğrenci sayısını epeyi azaltmışlar. Türkiye’ye de bir-iki dönem kalmak üzere epeyi öğrenci gönderiyorlarmış.

Üniversiteden çıkınca Ahmet Yesevi türbesine gidiyoruz. Bu büyük veli, mutasavvıf ve mürşid 63 yaşında yeraltına, çilehaneye inmiş ve bir daha oradan çıkmamış. Talebelerine ders vermeye burada devam etmiş. Orta Asya’daki pekçok tarikatın neş’et ettiği kaynak Yesevilik. Büyük yeşil kubbesi, mescidi ve çilehanesi ile türbe gerçekten haşmetli. Evlenen çiftler düğün günü önce buraya geliyor, avuç açıp dualar ediyor, ve belki de Yesevi hazretlerinin ruhaniyetinin bereketinden nasiplenmeye çalışıyor.    

Akşam namazını Türkistan’ın en eski camiinde kıldıktan sonra medreseye geliyoruz. Tüm öğrenciler bir salona toplanıyor. Onlarla Kazakistan’a ve İslam dünyasına dair hasbihal ediyoruz. Mavi Marmara’ya yönelik İsrail saldırısı da gündeme geliyor. Öğrenciler bu olaydan çok etkilenmişler.

19 Kasım Cuma günü erkenden bir taksiyle yine güney Kazakistan’da bulunan 300 bin nüfuslu Kızılorda (anlamı: Kızılorta) şehrine doğru hareket ediyoruz. Söylendiğine göre Kızılorda Kazakistan’ın en dindar şehriymiş. Yol boyu yine ıssız bucaksız çorak araziler…Güney Kazakistan’da topraklar genelde boz ve verimsiz. Önemli bir neden, Sır Derya nehrinin tuzlu olması; bir başkası, güney Kazakistan’ın bir bölgesine nükleer güçlerce boşaltılan nükleer atıklarmış.

Kızılorda’nın en büyük camisi olan Akmescid’de Cuma namazını kılıyoruz. Cami de yine gençler çoğunlukta. Namazın ardından Dairabay isimli imamın odasında sohbet ediyoruz. Vaazı çok renkli olan bu mütebessim insan, hem ilmi hem de sempatikliği nedeniyle bölgede çok seviliyormuş.

Kızılorda’da kanalizasyon olmadığından tuvaletler evlerin avlusunda. Çeşme suyu ise temiz değil. Toprağın altı ise sulak olduğundan, yüksek olmayan binalar bir zaman sonra çöküyormuş.

Camiden çıkıp inşa halindeki bir Kur’an Kursu’nu ziyaret ediyoruz. İHH bu kursa maddi destek veriyor. Ardından yardım yapılan bir köyü ziyaret ediyoruz.

Kazakistan’la vedalaşıyoruz. İstanbul’a dönüyoruz. Güzel ve anlamlı bir gezi böylece sona eriyor.