vaww!” dedirtecek şehir Wau
Bilindiği gibi her malın kendi mislince zekâtı vardır. Altını olan altın cinsinden, parası olan para cinsinden verir zekâtı... Madem böyle bir kural var, mesleğimin de bir zekâtı olmalı diye düşündüğümden İHH İnsani Yardım Vakfı’nın “Afrika Katarakt Proje”sini duyduğumda çok büyük bir iştiyakla projede çalışmak için başvurdum. Böylece mesleğimin zekâtını vereceğimi düşündüm ve de Rabbim bana bunu nasip etti.
Günlerden 31 Aralık; yılbaşı gecesi, gökyüzündeyiz. Birlikte yola çıktığımız arkadaşlarım ve ben çok heyecanlı ve çok istekliyiz. Ama gittiğimiz yerde nelerle karşılaşacağımız ve bizi nelerin beklediği konusunda da bir o kadar merak içindeyiz. Hiç araştırma yapmamıştım, daha önce bölgeye giden arkadaşlara oralardaki koşullarla ilgili hiçbir şey sormamıştım. Her şeyin sürpriz olmasını istiyordum. Bir arkadaşım, “Havaalanına inince bir sürü siyah insanla karşılaşacaksınız ve kendinizi çok tuhaf hissedeceksiniz.” demişti. Aslında onların siyah değil de birer inci olduklarını sonradan anlayacaktım. Uzun bir yolculuğun ardından sonunda kara kıtaya ayak bastık. “Allah’ım inanmıyorum, Afrika’dayım!” dedim kendi kendime.
Hartum’a çabuk alıştık. Günlerimiz sabah hastaneye gidiş, ameliyatların yapılması ve akşam eve dönüş şeklinde geçiyordu. Çalışmalarımız bu şekilde devam ederken bir kamp konusu konuşulmaya başlandı. Afrika’nın daha güneyinde, Wau denen bir yere on günlük bir kamp düzenlenecekti. Burada 500’e yakın ameliyat yapılması planlanıyordu. Üç hemşire, üç doktor ve diğer personellerden oluşan 10 kişilik bir ekiple Wau yolculuğuna hazırlandık.
Gece saatin 03.00’ü; Hartum Havaalanı’ndayız. Valizlerimiz çok ağır geldiği için boşaltıldı. Bütün kıyafetlerimiz farklı poşetlere ve farklı farklı kişilere dağıtıldı. Wau’va ulaştıktan sonra eşyalarımızı toparlamak ayrı bir mesele olacaktı. Serhat, Kevser ve ismini bilmediğim Komiser Kolombo kıyafetli bir adamın çabalarıyla sonunda havalanabildik. Gece boyunca hiç uyumadım. Uçaktan güneşin doğuşunu seyrederken bir ara dalmışım. Hostesin “Kemerlerinizi bağlayınız!” uyarısı ile uyandım. Gözlerim pencerede, “Allah’ım burası nasıl bir yer!” Dümdüz bir arazi ve o araziye yerleşmiş samandan küçük küçük kulübeler. Bir an çocukluğumda izlediğim “Şirinler kasabasına” geldiğimi zannettim. Samandan kulübeler, mantar evlere o kadar benziyordu ki… Şirin olmasına şirindi bu manzara ama insanın içini burkan tarifi imkânsız bir görünümleri de vardı.
Uçaktan inince büyük bir sürpriz karşıladı bizi. Wau Sağlık Müdürü bize büyük bir jest yapmış, yaklaşık 15 kişilik bir ekip ve kameralarla bizi karşılamaya gelmişti. Aslında öyle olmadığımı bildiğim halde yine de kendimi çok önemli hissettim. Çünkü burada mesleğime ve yapacaklarıma değer veriliyordu. Bizi karşılayan ekiple beraber sağlık müdürlüğüne gittik. Burada önce bir teşekkür toplantısı yapıldı. Büyük ve tatlı bir jestti. En tatlı görüntü de sağlık müdürünün odasında bulunan toplantı masasındaki civcivlerdi. Daha sonra bizi bir otele yerleştirdiler. Biz üç kişilik -pardon minik kertenkelemiz Mıstık’ı unuttum- dört kişilik bir odaya yerleştik. (Ama sonradan arkadaşlarımızdan biri Mıstık’ın katili oldu. Cenaze namazını Hartum’da kıldık.)
Saat 15.00’e kadar dinlendikten sonra ameliyathaneyi kurmaya gittik. Otelin yakınındaki bir hastanenin jinekoloji ameliyathanesini göz ameliyatları için bize tahsis etmişlerdi. Ama durum çok vahim görünüyordu. Her yer dökülüyordu; bir tarafta fare pislikleri diğer tarafta toz, çamur alabildiğinceydi. İnanması güç ama temizlemek için paspas bile yoktu. Bir kenarda bulduğumuz bez parçasını bir sopaya bağlayıp paspas niyetine kullandık. Dezenfektanlarla yerleri defalarca sildik. En sonunda formollerimizi yerleştirip otele döndük. Sabah Allah’ın izniyle ameliyatlara başlayacaktık. Çok heyecanlıydım.
Ve nihayet çalışmalar başladı. Dört masada iki doktor ve iki hemşireyle çalışıyorduk. Her hemşire iki masa arasında mekik dokuyordu. Bir taraftan doktoru asiste ederken diğer taraftan da sıradaki hastayı ameliyat için hazırlıyorduk. Yer o kadar dardı ki… Doktor beyler de bir masadan diğer masaya aralıksız çalışıyorlardı. Herkes öyle hızlı hareket ediyordu ki… Hızımız sadece yemek aralarında ve olmasını hiç istemediğimiz elektrik kesintileri sırasında kesiliyordu. Bu durumda da el fenerlerini alıp ameliyatlara devam ediyorduk. Malzemeler sınırlı, otoklav bozuk, etüv ise Allah’a emanet durumdaydı. Ama o şartlarda bile o kadar çok ameliyat yaptık ki… Çok şükür birkaç vaka dışında hastalarda enfeksiyon da gelişmedi.
İnsan burada derin bir tefekküre dalıyor. Allah’ın bizlere ulvi bir yardımı olduğunu yeniden anlıyoruz. Yaptığımız işin ne kadar önemli olduğunu görüp hem manevi ham da mesleki olarak tatmin oluyoruz.
Ameliyatlar bazen gece 23.00’lere kadar sürdü. Elektrik kesilince dışarı çıkıp kendi kendime düşüncelere dalıyordum. Tenleri karanlık, geceleri karanlık ve dünyaları kapkaranlık bu insanların yüzlerindeki tek beyazlık inci gibi bembeyaz dişleri ve gözlerindeki bembeyaz kataraktları idi. Aslına bakılırsa asıl kataraktlı gözler bizimkiler diye düşündüm. Göremiyorduk yanı başımızda olan şeyleri. Rabbimizin vermiş olduğu nimetleri görmezlikten geliyorduk. Rabbim böylesi işleri vesile edip görmemizi sağlamasa kör kör yaşayıp gidecektik. Ve Allah bu insanları mı yoklukla imtihan ediyor, yoksa bizi mi varlıkla imtihan ediyor diye düşünmekten de kendimi alamadım. Bu yokluk, toz toprak, çaresizlik bana annemin sözlerini hatırlattı. “Yediğimiz önümüzde, yemediklerimiz bize küsmüş”. Velhasılı herkes farklı şeylerle imtihan olunuyor.
Kampta herkes özveriyle çalışıyordu ama özellikle bahsetmeden geçemeyeceğim biri vardı. Kara kardeşlerin söyleyişiyle “Ya Diktor Salih”. Ben de ona böyle hitap ediyordum. “Diktor Salih” çok farklı bir özveriyle çalışıyordu. Karanlıkta el feneriyle o kadar çok ameliyat yaptı ki… Küçük Ali’nin ışığı da o olmuştu.
Bir defasında yine bir hastayı ameliyat ederken elektrikler kesilmişti. Yandaki masaya da yeni hasta almıştık. Ameliyat için hasta yatırılırken ameliyat sırasında ellerini kaldırıp steril alanı bozmasın diye elleri her iki taraftan kalçasının altına yerleştiriliyordu. Elektrik kesileli epey zaman olmuştu. Malzeme eksikliğinden dolayı sterilimizi bozmadan masa başında oturmuş bekliyorduk. Uzunca bir süre geçmiş; konuşuyorduk… Bir ara gözüm masadaki hastaya takıldı. Hastayı kaldırmayı unutmuştuk. Orada, karanlıkta, bir umutla hiç hareket etmeden elleri altında bekliyordu. Uyuya kalmıştı. Elektrik gelecek ve gözleri ışığa kavuşacaktı. Hastalar burada kurbanlık koyunlar gibi sessizce, hareketsiz yatıyorlardı. Beş dakika bile çok önemliydi onlar için. Havvaceleri (yabancıları böyle adlandırıyorlardı) gelmiş, onları ışığa kavuşturacaktı. 10-15 dakika, burada bir insanın ışığa kavuşması demekti. Havvaceler 10 gün sonra gidecek, belki de bir daha gelmeyeceklerdi ve onlar karanlık dünyalarında kalacaklardı. İşi hesaba dökünce Wau’dan bir kişinin Hartum’daki göz hastanesine gelmek için yapacağı masraf şöyleydi: Gidiş-dönüş uçak bileti 500 dolar, Hartum’da iki gün otelde kalmak zorunda kalsalar yaklaşık 500 dolar ve bir 500 dolar da hastane masrafı tutsa gözlerinin ışığa kavuşması için toplamda 1500 dolar gerekiyordu. Bu bizim için cüzi bir miktar belki ama onların, yani bir ailenin aylık gelirinin 100 dolar bile olmadığı bu yerde, bu kadar para ödeyebilmeleri neredeyse imkânsız. Bu yüzden havvacelerine o kadar ihtiyaçları vardı ki…
10 günlük Wau kampını bu satırlara sığdıramam. Küçük Ali’yi, Nikol’u, günlerce bıkmadan umutla gelen ve her defasında ya enfeksiyon riski ya anestezinin tutmaması gibi nedenlerle ameliyatı yapılamayan ama büyük bir umutla gidip gelen ve nihayet son gün ameliyatı yapılan ve beni en çok ağlatan canım amcamı asla unutamam.
Kampın son günü, yani poliklinik günü, tam tamına 436 hasta bir aradaydı… “Aman Allah’ım ne müthiş bir görüntü!” Hepsi havvaceleri bekliyordu. O kadar büyük bir teşekkür duygusu vardı ki, ne yapacaklarını şaşırıyorlardı; selam veriyorlar, ayağa kalkmaya çalışıyorlardı. 436 hasta tekrar muayene edildi ve sadece beş hastaya yeniden göz lavajı yapılması gerekti. O şartlar altında 436 hastadan beş tanesinde böyle basit bir sorunun çıkması çok küçük bir rakamdı. Allah’ın yardımının çok büyük olduğunu yeniden anladık. Muayeneler bittikten sonra buraya gelişimizde bizi karşılayan ekip bizi aldı ve birlikte valiliğe gittik. Valinin yaptığı teşekkür konuşması ve hediyeleri hepimizi çok onurlandırdı. Orada kaldığımız süre içinde otel, yeme-içme ve Hartum’a dönüş biletlerimizi de onlar karşıladılar. Otel masraflarını karşılamasalardı herhalde bir ay boyunca ekip olarak otelin tüm temizlik ve bulaşık işlerini yapsak hesabı ödeyemezdik. Aramızda öyle bir durumla karşılaşırsak tedbir amaçlı otelde kim ne temizlik işi yapacak diye önceden konuşmuştuk. Şaka bir yana, her ne kadar Hartum’a dönüş uçağımız bir kargo uçağı olsa da buradan sağlık bakanlığına ve valiliğe teşekkürlerimi özellikle iletmek isterim. Sayelerinde kargo uçağında anlatsam sayfalara sığmayacak farklı bir macera yaşadık.
Velhasıl çok harika bir deneyimdi benim için. Belki de bu kamp çalışmasını yaşamasaydım bu kampanya için çok da fazla işe yaradığımı düşünmeyecektim. Bunun için buradan bu projeyi düzenleyen İHH İnsani Yardım Vakfı’na ve maddi desteklerinden dolayı da Türk halkına, Sudan’daki rahatımızı ve güvenliğimizi sağlayan Serhat ve Mehmet beylere, bize yemek beğendirmeye çalışan Ömer amcaya, ekip arkadaşlarım Hülya, Ayla Zeliha hemşirelere; Dr. Refadar, Dr. Veli, Dr. Muaviye, Dr. Abdulhafız, Dr. Salih ve Dr. İhap beylere; canım Kevser’im’e; Hüda abla ve de Abdulgavi’ye teşekkürlerimi sunuyorum. Sudanlı kardeşlerimin diliyle “Şükran ceziren.
Hacer Asyöndü - Okmeydanı Eğitim ve Araştırma Hastanesi