Dünyamızın “geri kalmış” olarak adlandırılan kısmı fakirlik ve açlık, “gelişmiş” olarak adlandırılan kısmı ise aşırı tüketimden dolayı ekonomik kriz yaşıyor. Bu kriz israf ekonomisinin krizidir. Bu durum sadece ekonomik şartların ve kaynakların yetersizliğinin ürünü olarak değerlendirilemez. Tam tersine sorun ahlakidir ve dünyada şu anda temelde bir değerler sorunu yaşanmaktadır. Bir yanda obezlerin yani aşırı şişmanların diğer yanda açlıktan ölüm derecesine varan fakirlerin bulunduğu bir dünyayı başka nasıl açıklayabiliriz? Ekonomik kriz gelişmiş ülkeleri ilgilendirdiği için dünya gündemine oturdu ama fakirlik ve açlık geri kalmış ülkeleri ilgilendirdiği için hiçbir zaman uluslararası medyanın gündeminde hak ettiği yeri alamadı. Ekonomik gelişme ve kalkınma, toplumsal değerlerin sonucu olduğu gibi, ekonomik kriz de toplumsal değerlerdeki bozulma ve çürümenin sonucudur. Bizce ekonomik krizin gerisinde aşırı tüketim, hak etmeden kazanma hırsı veya daha basit ifadeyle aç gözlülük; açlık probleminin gerisinde ise israf ekonomisinin doğurduğu adaletsiz paylaşım problemi vardır. Global kapitalizmin içine düştüğü bu krizin çıkış yolu olarak bazılarınca daha fazla tüketim önerilmektedir. Ancak birtakım ekonomistler tüketimin de çözüm olmayacağı tezini savunmaktadırlar. Aşırı tüketim üzerine kurulmuş bir ekonomi, insanlar tüketimlerini normal seviyeye çektiği zaman krize girer. Şu anda modern dünyada insanlar tüketimi durdurmamışlardır, normal seviyeye indirmişlerdir. Batı’da evsizler gibi açlık sınırında yaşayan gruplar ekonomik krizden önce de vardı, hâlâ da var. Ancak medya Amerika ve Avrupa’daki evsizleri hiçbir zaman ciddi bir problem olarak göstermedi. Evsizlerin varlığı Batı toplumlarındaki ekonomik dağılımdaki adaletsizliğin en güzel göstergesidir. Mevcut global kapitalist ekonomik düzen ne Batı içinde ne de uluslararası düzeyde adaletli bir dağıtımı gerçekleştirmek amacı gütmektedir. Tam tersine maddi imkânı olanların aşırı tüketimini pompalamaktadır. Aşırı tüketim ahlaki bir problemdir. Bu ahlaki problemin adı bizim geleneğimizde israftır. İsrafın sözlük manası aşırı gitmek ve haddi aşmaktır. İsraf eden kişiye müsrif denir. Kur’an-ı Kerim’e göre “Allah müsrifleri sevmez”. İsrafın ahlaki bir problem olmasının sebebi hedonizm ve bencillik duygularını yansıtmasındandır. İsraf yapan kişi, tüketimi vasıta değil gaye olarak görür; tüketim onun için en büyük zevk kaynağı hâline gelir. Bundan daha kötüsü müsrif sadece kendisini düşünür, paylaşma düşüncesinden uzak bir şekilde eldeki kaynakları sadece kendisi tüketmek ister. Hâlbuki din îsârı yani başkalarını kendine tercih etmeyi emreder. Diğer yandan müsrif hem kendini hem de etrafındakileri tükettiklerine göre tanımlar ve bizatihi insan oldukları için değil, tükettikleri şeylerin fiyatına göre onlara değer biçer. Bu bağlamda “Nasıl bir tüketim?” sorusu ister istemez gündeme gelmektedir. Tüketime karşı olmak mümkün değildir, çünkü insan tüketmeden yaşayamaz. Ancak bilinçsizce, küresel kapitalizmin dayatmalarına boyun eğerek, reklam kampanyalarına ve modaya teslim olarak yapılan tüketim ne ferde ne aileye ne de topluma mutluluk getirecektir. Böyle bir tüketim nihayetinde üretici firmaların kârlarını arttıracak ve dünyadaki kaynakların bilinçsiz bir şekilde yok edilmesi sonucunu doğuracaktır. İnsanlar da birer tüketici sıfatıyla büyük şirketlerin kârını artırma aracı olmaktan öte bir işlev yerine getirmeyecektir. Aşırı tüketim veya israf, insan kendisine ait helal yoldan kazandığı malı harcasa bile caiz değildir. Bizim geleneğimizde “mülkiyet hakkı” ile “tüketim hakkı” arasında fark vardır. Daha açık bir ifadeyle, bir şeye sahip olmak onu hiçbir sınırlama olmaksızın tüketme hakkını size vermez. Kendi malınız bile olsa, ihtiyacınızdan fazla tükettiğiniz zaman israf ve haram olur. Böyle bir mülkiyet anlayışı modern kültürde yoktur. Bundan dolayı, modern tüketim ve mülkiyet anlayışı ile bizim İslam’dan gelen mülkiyet ve tüketim anlayışımız arasında büyük bir fark vardır. Modern anlayış mülkiyet ve tüketim hakkı arasında bir fark görmez: Bir şeye sahipseniz onu istediğiniz gibi tüketebilirsiniz. Modernleşen Müslümanlar da bu anlayıştan etkilenmeye başlamışlardır. “Eğer satın alma gücün varsa tüketme hakkın da vardır.” anlayışı Müslümanlar arasında da yayılmaktadır. Reklam kampanyaları ve moda akımları Müslümanların tüketim davranışlarını bilinçsiz bir şekilde değiştirmektedir. Hâlbuki tüketim bir yaşam tarzıdır; materyalistlerin tüketim tarzını benimsemek demek onların hayat tarzını benimsemek anlamına gelir. Eğer İslam bizim tüketim davranışlarımızı yönlendirmiyorsa İslam’ı hayatın dışına itmiş ve İslami hayat tarzını terk etmişiz demektir. Bu, din ve ekonomiyi ayırmak isteyenlerin yaklaşımını yansıtır. Hâlbuki bir Müslüman ister üretim ister tüketim sürecinde olsun ekonomik davranışlarını İslam’a göre düzenlemek zorundadır. Modern mülkiyet kavramı ile İslami mülkiyet kavramı arasındaki bir diğer önemli fark da İslam’ın, zenginlerin malında fakirlerin belli bir oranda hakkı olduğunu kabul etmesidir. Bu oran zekât verilecek orandır. Zekât fakirin hakkıdır ve bu hakkın ödenmesi ile zenginin malı kul hakkından temizlenir. Böyle bir anlayış modern kültürde yoktur. Modern kültürde zengin, sahip olduğu şeyler üzerinde tam bir mülkiyet hakkına sahiptir. Bir kişinin mülkiyeti üzerine sırf dinî ve ahlaki sebeplerden dolayı muhtaçların belli bir oranda ortak olmaları diye bir şey modern kültürün özel mülkiyet anlayışına ters düşer. Bu anlayış özellikle kapitalist modern kültür için söz konusudur. İnsanın mülkiyet hakkı ile tüketim hakkı arasındaki ayrıma ve zenginlerin mülkünde fakirlerin hakkı olduğuna dair İslami değerlere işaret ettikten sonra tüketim konusunda en anahtar kavram olan ihtiyaç kavramına dönebiliriz. İslami yaklaşımın daha iyi anlaşılabilmesi için ihtiyaç kavramıyla ilgili birkaç sorunun cevabının verilmesi gerekmektedir. İhtiyaç nedir? Kendi ihtiyaçlarımın neler olduğunu nasıl tespit edebilirim? İhtiyaçlarımı karşılarken israf etmemek için gereken sınır nasıl çizilir? İslam’a göre, Allah insanı ihtiyaçlarla birlikte yaratmıştır. İhtiyaçsız olan sadece Allah Teala’dır. O’nun dışındaki bütün varlıklar ihtiyaç sahibidir. İhtiyaçları yaratan Allah onları karşılayacak şeyleri de yaratmıştır: “Rızk Allah’a aittir.” Ancak, insanın ihtiyaçlarını giderecek şeyleri arayıp bulması ve kazanması gerekir. Fıkıh ilmi ihtiyaçları farklı kısımlara ayırmıştır. İhtiyaçların tasnifinin fıkhî sonuçları vardır. Mesela, havâic-i asliyye (asıl ihtiyaçlar) denilen ihtiyaçlar zekâttan muaf tutulmuştur. Diğer yandan insanların ihtiyaçlarının standart olmadığının şahıslara, zaman ve mekâna göre ihtiyaçların değişken olduğunun altı çizilmiştir. Bu nedenle modern teknolojinin ilerlemesi ile birçok yeni ihtiyaç ortaya çıkmaktadır. Mesela bilgisayar ve telefon artık günümüzde bir ihtiyaç hâline gelmiştir. Diğer yandan Hz. Muhammed (s.a.v.)’in sünnetine uygun olan şey, insanın “züht” içinde yaşamasıdır. Züht nedir ve post-kapitalist piyasa şartlarında yaşadığımız günümüzde nasıl uygulanabilir? Sünnete uymayı amaç edinen bir Müslüman, içinde yaşadığımız modern çağda züht sünnetini nasıl uygulayacağını araştırmak zorunda kalmaktadır; çünkü zamanımızın sosyal ve ekonomik şartları Hz. Peygamber (s.a.v.)’in zamanından çok farklıdır. Sünnete göre züht uygulaması, Budist ve Hristiyan rahiplerin yaptığı gibi dünyayı terk etmek, bekâr yaşamak, mülk sahibi olmamak anlamlarına gelmemektedir. Tam tersine bunlar sünnette aykırı olan uygulamalardır. Sünnete göre züht, insanın ihtiyaçlarını aşırıya gitmeden karşılaması, dünyevi zevklere kendini aşırı derecede kaptırmaması ve onları putlaştırmaması, tüketimi araç olarak görüp amaç olarak görmemesi anlamına gelmektedir. İsraftan kaçınmak ve züht içinde yaşamak sadece ferdi uygulamalar olarak görülemez. Bunların hem toplumsal hem de dünya çapında ekonomik sonuçları vardır. Dünya çapındaki adaletsiz dağılımı aşmanın yolu, maddi imkânı olanların aşırı tüketimden vazgeçmelerine ve daha paylaşımcı bir tutum takınmalarına bağlıdır. Böylece dünyamızın kaynakları daha rasyonel bir şekilde kullanılır ve insanlar tüketimi “hedef” değil “vasıta” olarak görürler. Günümüz dünyasının “gelişmiş” olarak adlandırılan kısmı aşırı ve bilinçsiz tüketim problemleri yaşamaktadır. Ölümcül şişmanlık (mortal obezite) ve onun sebep olduğu hastalıklar bunların başında gelmektedir. Şu anda yaşanan ekonomik krizin arkasında da aşırı tüketim vardır çünkü aşırı tüketimin bir anda durması -aşırı tüketime göre kendilerini ayarlamış olan- çokuluslu şirketlerin krize girmesine sebep olmuştur. Öte yandan dünyamızın “geri kalmış” veya “gelişmekte olan” diğer yarısı ise açlık ve sefalet içinde yaşamaktadır. Bunun sebebi sömürü ve kaynakların adaletsiz dağıtımıdır. Gelişmiş olarak adlandırılan ülkelerdeki israf ekonomisinin çöpe attığı miktar bile açlık çeken birçok toplumu doyurmaya yetecek durumdadır. Günümüzde İslam’ın sunduğu mülkiyet anlayışı ve tüketime getirdiği değerler, bütün dünyada önemli bir işlevi yerine getirebilir. Bunu gerçekleştirebilmek için “israf ekonomisi”ne karşı çıkıp bilinçli tüketime dayalı bir ekonomik düzene geçmek mecburiyetindeyiz. Bu süreçte geleneğimizin bize sunduğu değerleri harekete geçirmek ve onları insanlıkla paylaşmak zorundayız.